Prof. Dr. Şinasi Gündüz, “Türkiye'de İlahiyat Fakülteleri beklentileri karşılıyor mu?” başlıklı aşağıdaki makalesinde, ilahiyatlar üzerine çeşitli kesimlerce yapılan eleştirileri ve tartışmaları analiz ediyor.
Aslında soruyu şöyle sormak belki daha yerinde olacak: İlahiyatlardan kim, ne bekliyor ve ilahiyatneden bu kadar tartışılıyor?
Yalnızca eğitim öğretim politikaları konusuna ilgi duyanların ya da akademik camianın değil, toplumun hemen her kesiminin zihninde bir şekilde ilahiyatla ilgili bir kanaat ve beklenti var.
Verilen eğitimin ve yapılan akademik çalışmaların kalitesinden müfredat konusunda yaşanan problemlere, ilahiyat bölüm, anabilim dalı ve programlarındaki karmaşadan ilahiyatların sayısındaki fazlalığa dair birçok tartışma yapılıyor. Bu arada toplumun hatırı sayılır kesiminde ilahiyatla ilgili tartışmalar, ilahiyatın din ve ahlak alanına katkısı üzerine yoğunlaşıyor.
İnansın inanmasın, bağlı olsun olmasın din ve ahlak konusu aslında herkesin ilgi, hatta uzmanlık (!) alanı. Dolayısıyla ilahiyat, toplumda din ve ahlak konusundaki sorunlarda, tartışmalarda ve kavgalarda sıklıkla gündeme geliyor.
Kimileri toplumdaki ahlaki çöküntünün ve inanç sorunlarının faturasını ilahiyata kesiyor; nerde bu ilahiyat ve ilahiyatçılar diyor. Sekülerizmi, çıkarcılığı, hazcılığı, bireyciliği ve bencilliği adeta kutsallaştırıp temel paradigma olarak 7/24 insanlara servis eden sosyal kültürel sistemin yol açtığı inanç ve ahlak sorunlarını, ilahiyatın elindeki sihirli değnekle (!) çözmesini bekliyor.
Kimileri ise ilahiyatları, toplumun her kesimi tarafından sekülerleşmenin ve laikliğin içselleştirilmesine yeterince katkı sağlamadığı gerekçesiyle eleştiriyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin seküler bir yükseköğretim kurumu olarak faaliyet gösteren ilahiyatın bu misyonunu gereğince yerine getirmediğinden şikâyet ediyor.
Kimisi de ilahiyatların dini anlayışı doğru ya da yeterince temsil etmediğinden yakınıyor.
İlahiyata yönelik bu beklenti ve eleştirileri artırmak mümkün…
İlahiyat fakülteleriyle ilgili tartışmalar aslında yeni değil. 1900'lerin başında yapılandırılan Darulfünun-ı Şahane bünyesindeki birkaç fakülteden birinin ilahiyat olduğunu dikkate aldığımızda, yaklaşık 121 yıllık bir tarihe sahip bu fakültelerle ilgili tartışmalar, özellikle Cumhuriyet döneminin hemen her evresinde bir şekilde gündemde olmuştur.
Dindar ve seküler toplum kesimlerinden resmi mekanizmalara, akademyadan siyasetçilere ve entelektüellere kadar farklı çevrelerce ilahiyatın işlevinin, misyonunun ne olduğuna ve bu fakültelerin bu misyonu ne kadar yerine getirdiğine dair tartışmalar her daim gündem oluşturmuştur.
İlahiyat fakültelerine eleştirel yaklaşımların hatırı sayılır bir kısmınınönyargısal olduğunda kuşku yoktur. Bu önyargısal perspektifte, kişinin din ile ilgili anlayışı, ideolojisi, siyasal ve felsefi düşüncesi ilahiyata bakışında etkilidir.
Hayata tamamıyla sekülerize edilmiş bir zihin yapısıyla bakan çevreler için ilahiyat, konusu gereği kendisini bilime değil dogmalara hasreden, bu dünyaya değil öte dünyaya yoğunlaşan bir alandır. Dolayısıyla böylesi bir alanın modern bilim dünyasında ve bunun mekânı olan üniversitelerde yeri bile tartışılır durumdadır.
Günümüzde seküler çevrelerde sıkça pazarlanan bu bakış açısının ilahiyat alanına tamamıyla yabancı olduğu, dine ve ilahiyata dair bilimsel değil ideolojik bir perspektifi öne çıkardığı aşikardır.
Esasen yaşadığımız toplumda, yapısı ne olursa olsun din konusunun sıklıkla politik tartışmalarda bir malzeme olarak kullanıldığı bir vakıadır. Tarihin her döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de devletin bir din politikası olmuştur. Cumhuriyet döneminde din ve dini kurumlar, devletin temel politikaları doğrultusunda tarif edilip yapılandırılmaya çalışılmıştır. Diyanet ve İlahiyatlar başta olmak üzere dini hizmetleri organize eden ve din eğitimi veren kurumlar, devletin bu resmi din politikasının en önemli ayakları olarak değerlendirilmiştir.
Bununla birlikte değişen iktidarların zaman zaman dini kurumlara ve ilahiyatlara yönelik politikaları da farklılaşmıştır. Bu nedenledir ki 1933 – 1949 yılları arası ilahiyatlar kapalı kalmıştır. Yine bu nedenledir ki belirli dönemlerde dinin önemine, dini cemaatlerle ilişkilere ve din eğitimine vurgu yapan çeşitli politik kesimler dini politikaya alet etmekle itham edilmiş, “siyasal İslamcı” olmakla yaftalanmışlardır.
Bununla birlikte özellikle çok partili dönemden bugüne hemen her iktidarın dini kurumlara ilgi gösterdiği, hepsi olmasa da belirli dini cemaatlerle bir şekilde irtibatta olduğu bilinmektedir. Ancak özellikle din eğitimi söz konusu olduğunda, her iktidarın kendi toplum projesi doğrultusunda diyanete ve din eğitimi veren kurumlara bir rol ve misyon biçtiği görülmektedir.
Gerçekte, Türkiye Cumhuriyeti'nin diğer akademik kurumları gibi, ilahiyat fakültelerinin de amaç ve hedefleri 2547 sayılı Üniversite kanunu ile belirlenmiştir. Buna ilave olarak, ilahiyat fakülteleri de dahil din eğitimi veren kurumlardan devletin din politikasına destek vermesi, toplumsal birlikteliğin sağlanmasına, inanç ve ahlaki sorunların üstesinden gelinmesine olumlu katkıda bulunması da istenmektedir.
Bu nedenledir ki yalnızca günümüzde değil Türkiye tarihinde her iktidar döneminde gözler din eğitimi üzerinde olmuş, din eğitiminin yapısına, çerçevesine ve hedeflerine dair politikalar geliştirilmiştir. 12 Eylül darbecilerinden diğer iktidarlara kadar birçok iktidar, yalnızca din eğitimi veren kurumlara yönelik söylem ve icraatlarıyla değil çeşitli dini cemaatlerle ilişkileriyle de gündeme gelmiştir.
Devlet mekanizması ve iktidar yapılanmalarıyla ilişkisine dair argümanlar bir tarafa, kendisinden beklentilere dair ilahiyatlara yönelik genel değerlendirmeleri iki ana noktada toplamak mümkündür.
Bunlardan birisi farklı dindar ve muhafazakâr kesimler arasında ilahiyatlara yönelik yapılan genel bir eleştiridir.Bu eleştiri, bu fakültelerde verilen eğitimle yapılan çalışmaların İslam ilim geleneğine ve İslami değerlere uygun olmadığı yönündedir. Başta belirli dini cemaatler ve muhafazakâr kesimler olmak üzere belirli çevreler, bu eleştiri doğrultusunda ilahiyatları (en azından belirli ilahiyatları) ana gövde muhafazakâr gelenekten sapmakla, reformu ve liberal perspektifi esas alan bir anlayışı öne çıkarmakla suçlamaktadırlar. Böylesi bir eleştiride ve suçlamada fatura, hassaten ilahiyat içerisindeki Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü bünyesindeki belirli anabilim dallarına kesilmektedir. Aslında dinin liberal, tarihselci ve modernist yorumlanması bağlamındaki güncel tartışmalar dikkate alındığında, bu konuda Felsefe ve Din Bilimleri Bölümüne haksızlık edildiği, zira bu tarz tartışmalarda ismi dillendirilen akademisyenlerin hatırı sayılır kesiminin Temel İslam Bilimleri alanında olduğu da bir realitedir.
İlahiyatlardan beklentinin ne'liğine dair bu bakış açısında ilahiyatlardaki eğitim ve akademik çalışmalardan beklenilen şeyin, geleneksel ilim anlayışının sürdürülüp buna katkıda bulunulması olduğu aşikardır. Bu çevreler genel olarak ilahiyatların bu amacı gerçekleştirmekten ve geleneksel anlamda “âlim” yetiştirmekten çok uzak olduğu kanaatindedir.Bu kanaatin gerçekte oldukça sığ bir genelleme olduğu açıktır. Zira ilahiyatlarda çeşitli alanlarda gerek verdiği eğitimle gerekse ulusal ve uluslararası ilmi üretimleriyle ilmin hakkını veren birçok ilim erbabının olduğu kuşkusuzdur. Ancak her çevrenin kafasında kendine göre tarif ettiği, kendi cemaatinin üyesi bir âlim tipolojisi bulunmaktadır. Dolayısıyla böylesi çevreler, ilahiyatlarda kendi cemaatinin kabullenebileceği bir “âlim” bulamamaktan yakınmaktadır.
İlahiyatlardan beklentilere dair yaygın eleştirilerden bir diğeri ise seküler ve liberal perspektifi öne çıkaran çevrelerden gelmektedir. Bunlara göre ise ilahiyatlar, dine ve teolojiye dair geleneksel birikimi tekrarlamanın ötesinde kendilerinden beklenilen modern anlamda bir üniversite birimi olma hedefinden hayli uzak kurumlardır. Bu nedenle de ilahiyatlarda verilen eğitim ve yapılan çalışmalar, modern dünyanın gerçeklerinden ve günümüz sorunlarına çözüm getirmekten uzaktır.
Bu eleştirilerin önemli ölçüde ilahiyatlara yönelik önyargısal yaklaşımlara dayalı genellemeci bir zihin yapısından kaynaklandığı kuşkusuzdur.
Doğrusu, sayısı yüzü aşmış olan ilahiyatlar incelendiğinde, eğitim ve akademik üretim açısından ilahiyatların tekdüze olmadığı, diğer yükseköğretim kurumlarında olduğu gibi ilahiyatlar bünyesinde de yer alan akademisyenler arasında birçok farklılığın olduğu görülecektir. Yani geleneksel ilim anlayışına sıkı sıkıya bağlı olup ilmi sadece bunu tekrarlamaktan ibaret görenler kadar, oryantalizme öykünenlerin, liberal hatta modernist bir perspektifi yeğleyenlerin de bulunduğu bir vakıadır. İfrat ve tefrit noktasında değerlendirilebilecek bu uçlar yanında, bunlardan farklı olarak alanlarında ulusal ve uluslararası düzeyde ciddi çalışmalar yapan birçok bilim insanının da ilahiyat bünyesinde mevcut olduğu bir vakıadır. Dolayısıyla ilahiyatlar konusunda yapılan genellemeci eleştiriler doğruyu yansıtmamaktadır.
Son olarak; Türkiye'de eğitimde ve bilim üretiminde yaşanan sorunların yalnızca ilahiyatlara özgü olmadığı, diğer alanların da benzer sorunlarla yüz yüze olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Eğitimde ve bilimde ideolojik, baskıcı ve dayatmacı yaklaşımlarla tektipçi bir zihin yapısının yanlışlığı ortadadır. Aynı şekilde çeşitli siyasal amaç ve çıkarlar doğrultusunda akademiye yön vermeye çalışmanın olumlu bir sonuç üretmeyeceğide açıktır.
İlahiyatlar, eğitimde yetkinlik ve akademik çalışmalardaki kalite açısından tabi ki kendisini sorgulamalıdır. Aynı şekilde çeşitli toplum kesimlerindeki hastalıklı din ve ahlak anlayışına muhtemel katkıları açısından kendini gözden geçirmelidir. Bu sorgulamaları yapmalıdır; bunda kuşku yoktur. Ancak ilahiyatların konumunun ve fonksiyonunun çeşitli çevrelerin ideolojik din algıları ya da resmi din politikaları bağlamında belirlenmeye çalışılmasının yanlışlığı ortadadır. Aynı şekilde sistemin yol açtığı inanç ve ahlak sorunlarının faturasının bir başına ilahiyatlara yüklenmesi ve ilahiyatların adeta günah keçisi haline getirilmesi de doğru değildir.