İşte Ümit Aktaş'ın kaleme aldığı o yazı;
Anarşizmi onu karalamak için üretilen söylemle salt şiddet ve hatta fesat hareketleri olarak gö(ster)enlere karşı en güzel cevabı dindar anarşistlerin düşüncelerinde ve yaşantılarında bulmak mümkün.
Esasında gösterişten uzak durmaya çalışan bu şahsiyetler, hiçbir tahakküme boyun eğmemeye ve insan vicdanının hiçbir güç tarafından baskı altına alınamayacağına dair o en yalın ve temel ilkeye dayanırlar.
İdealleri ise insanlığın kardeşçe ve barış içerisinde bir arada yaşayabileceklerine dair o en yüce umuttur.
Dinî anarşizmin en önemli temsilcisi, aynı zamanda büyük bir edebiyatçı olan Lev Tolstoy'dur (1828-1910).
Zira o bir yandan devleti ve kurumsal dini (kiliseyi) şiddetle eleştirirken ve hatta reddederken, öte yandan özgün Hıristiyanlığı düşüncesinin ve yaşantısının eksenine yerleştirir.
"Fransız Tolstoycu Lechartier ‘anarşinin gerçek kurucusu İsa'ydı ve… ilk anarşist toplum havarilerin toplumuydu" 1 derken, bu izleğe dikkat çekmektedir.
Bazıları da ilk anarşist cemaat olarak Kudüs yakınlarında yaşayan ve İsa'yı da peygamber olarak kabul eden ama onun ilahlığı kadar bakireden doğumunu da reddeden Yahudi bir cemaat olan Ebiyonitleri zikreder.
Tolstoy da diğer anarşistler gibi devleti ve mülkiyeti reddeder. Olumladığı yaşama tarzı ise bir tür Hıristiyan toplumculuğudur.
Tüm anarşistler içerisinde devlete en acımasızca saldırılar Tolstoy'dan gelmiştir. Onun doğal gizemciliğinde Rousseau'nun etkisi görülmektedir. Mesihçiliği ise doğrudan bir Hıristiyanlık ülküsüdür.
Onun da temel kaynaklarından biri, anarşist düşünür Proudhon'un da olduğu gibi İncil ve Hz. İsa'nın mücadele tarzıdır.
Tolstoy'un bir yöntem olarak savunduğu pasifizm (sivil itaatsizlik) ise Mahatma Gandi ve Martin Luther King'de (1929-1968) temsilcilerini bulmuştur.
Gerçi King bu ilkeye Gandi'den daha sadıktır. Zira Gandi koşulsuz bir pasifizmi reddederek, silah kullanmaksızın direnmeye cevaz vermektedir.
Gandi'nin bu stratejisiyle, Hindistan'ın İngiliz sömürgesinden kurtulmasında anarşizm temel bir eylem felsefesi hâline gelmiştir.
Gandi'nin, Aliya İzzetbegoviç'in tanımıyla "doğrulukta sebat" ilkesi doğrultusunda İngilizlere karşı sürdürdüğü direniş, uygulanan baskı ve zulme, işlenen cinayetlere karşı, Hindistan'ın bağımsızlığı ile sonuçlanmıştır.
Özellikle Tolstoycu "sivil itaatsizlik" düşüncesine ve Hinduizm'in kan dökmemeyi esas alan ilkelerine dayanılarak sürdürülen bu direniş esnasında Gandi, halkını yoksulca bir hayata ikna ederek İngiliz mallarından uzak tutmuştur.
Gandi'nin uyguladığı bu dinsel direnişin en önemli ilkelerinden birisi de "semeresiz eylem", yani sonuçlarını gözeten ama bundan yararlanmayı düşünmeyen, kelimenin tam anlamıyla "Allah rızası" için yapılan eylemlerdir.
olayısıyla Tolstoy ve Thoreau gibi barışçı anarşistlerin izleğinde olan şiddet dışı direniş mücadelesini olumlu bir biçimde ortaya koyabilen en önemli isim Gandi'dir.
Gandi'nin şiddet dışı direniş felsefesinin diğer referansları ise Bhagavad-Gita ve İsa'nın Dağdaki Vaaz'ıdır.
Buradan yola çıkan zalimle ya da sömürücüyle işbirliği yapmama ve ona karşı direnme mücadelesi Martin Luther King, Nelson Mandela, Dalai Lama, Lech Walesa, Abdülgaffar Han, Cevdet Said gibi şahsiyetlere ve onların düşünceleri kadar hareketlerine de ilham olmuştur.
Nurettin Topçu da genel anlamda isyanı ve anarşizmi olumlayarak bunu, insanı insan kılan ahlaki bir başlangıç noktası olarak görmekte, şiddet temayülünü ve yöntemini ise reddetmektedir.
Onun savunduğu anarşizm, şiddet dışı olan, yıkıcı değil yapıcı bir anarşizmdir. Bu ise sufilerin mücadele yöntemine benzemektedir.
Zulme ve haksızlığa karşı direnmeyi esas alan, Allah'a ulaşmayı dünyevi değerlere ve otoritelere itaatsizlikte gören bir isyan.
Karanlığı aydınlatmak ve zulmü ortadan kaldırmak için yanan ama yakmayan bir isyan.
Topçu, Gandi'nin verdiği mücadeleyi de olumlamakta ve bunu Sokrates'in ve Hz. Muhammed'in mücadelesine benzetmektedir.
Bizim nazarımızda kendi içgüdülerine olduğu kadar, işgalci yabancı barbarlığa karşı da başkaldıran Gandi, bu noktada ferdin hür hareketini engelleyen güç ve kuvvetlere karşı savaşını yönetmiş olan Hz. Muhammed'in idealine gerçekten yaklaşmaktadır. 2
Malcolm X (Malik el-Şahbaz) de, ABD'de verdiği ırk karşıtı mücadelede pasifist anlamda bir şiddetsizliği esas almasa da, son tahlilde silahlı şiddete dayanan bir mücadeleyi de reddetmiştir. Ölçüsü ise biraz farklıdır:
Eğer sadece siyahlar şiddet kullanmayacaksa bu adil olmaz. 3
Malcolm'un bu yaklaşımında ABD'deki kültürel atmosfer ve bu atmosfer içerisinde yer aldığı mücadele çizgisinin (Siyah Müslüman hareketinin) bir etkisi olsa da, son tahlilde o, mücadelesini sadece sözün gücüne, sivil itaatsizliğe ve protestolara dayanan bir esas üzerinde yürütmüştür.
Aliya İzzetbegoviç'in de asıl fikri, Bosna'nın bir gün ordudan arındırılmış bir ülke haline gelmesidir. Nahda hareketi de (Raşid Gannuşi) Tunus'ta verdiği mücadelede iktidardan bile vazgeçerek, barışçıl bir toplumsallığı öne almıştır.
Said Nursi de, özellikle "ikinci Said" evresinde, mücadelesini şiddeti dışlayan bir yaklaşımla sürdürmüştür.
Suriyeli bir âlim olan Cevdet Said de hep, silahlı mücadele biçimlerinin hiçbirisini tasvip etmediğini ve bunun, çağımız Müslümanı için abes bir davranış olduğunu savunmuştur.
Ali Şeriati de duasında, benzeri dileklerde bulunmakta:
Allah'ım! Bana yenilgide çabalama, umutsuzlukta sabretme, yoldaşsız yürüme, silahsız savaşma, ödülsüz çalışma, sessizlikte fedakârlık, dünyaya talepkâr olmayan bir din, isimsiz yücelik, gösterişsiz iyilik, riyasız iman, halkın kalabalığı arasında yalnızlık… nasip et.
Jacques Ellul (1912-1994) ise Hıristiyan bir anarşist düşünürdür.
Hıristiyanlığın köken olarak anarşist bir düşünce olduğunu söyleyen Murray Bookchin (1921-2006) ve bir başka Hıristiyan anarşist düşünür Vernard Eller (1927-2007)'den etkilenir. Ellul, anarşizmi esas olarak bir sosyalizm olarak görür. Duygusal olarak değil fakat entelektüel olarak bu duruma ulaştığını ifade eder… Ellul'un Hıristiyanlık ve anarşizme yaklaşımı özetle şöyledir: ‘Şaşaa, gösteriş, resmi bildirge, örgütlenmiş hiyerarşi (İsa'nın kendisi kesinlikle bunu yapmamıştır), kurumsal otorite (ki peygamberin böyle bir otoritesi kesinlikle yoktur), yargı sistemi (Tanrı'nın gerçek temsilcisinin böyle başvurulacak otoritesi) asla yoktu ve bundan öteye G. Landauer'e benzer şekilde, ‘bugün düşman, merkezî devlet aygıtı değildir fakat onun omnipotent (kadiri mutlak) ve omnipresent (her yer ve her zamanda olan) yapısıdır. 4
Özellikle modern toplumun sınıflar arasında yarattığı keskin ayrım ve uçurum, geleneksel toplumsal dengeleri yıkarak, toplumun bir kesiminin aşırı bir lüks ve sefahat içerisinde yaşamasına karşı, büyük bir kesimin ise açlık ve yoksulluk içerisinde, kölelerden bile daha aşağı bir yaşamsal şartların mecburiyetine ve çaresizliğine düşmesine neden olmuştur.
Anarşist yalnızca zenginlere öfkelenmez, zenginliğin kendisine de öfke duyar ve onun gözünde yoksul kişi yoksulluğunun kurbanıysa, zengin kişi de lüksün kurbanıdır. 5
Ellul da örgütlü din kadar diğer örgütlü mücadelelere karşı eleştirel bir duruşu benimser. Hatta bu nedenle demokratik ve çevreci hareketler kadar Güney Amerika'nın "kurtuluş teolojisi"ne de uzak durur.
Zorunlu eğitimi de eleştirir ve ilk Hıristiyanlar gibi şiddetten uzak durmayı savunur; dolayısıyla da devletle çatışmaya girmeyi de doğru bulmaz.
Ona göre "Tanrı'nın kelamı bir din değildir ve en büyük ihanet onu bir din yapmaktır." 6
Din, yani kilise benzeri örgütsel bir yapı; bir tür iktidar. Ona göre Tanrı'nın varlığı özgürlüğümüzü sınırlandırmaz ve o nedenle Tanrı'ya inanmak anarşizme aykırı değildir.
Çünkü Tanrı kendisini bizim düzeyimize koyar (bizimle konuşur, bizi muhatap alır) ve kendisini (bizim özgürlüğümüz ve özgürleşmemiz için) sınırlandırır ki bu konuda Muhammed İkbal de onunla aynı fikirdedir.
Özgürleşmek ise sorumsuz bir serbestiyet değil, sorumlu bir insanileşmedir.
Ona göre İsa'nın malı mülkü satıp her şeyimizi yoksullarla paylaşmamıza dair emri, mülkiyet karşıtı bir istek olmayıp, sadece paylaşımı öngören bir ahlâkın ortaya konulmasıdır.