Batı cephesinde yeni bir şey yok
Ne özel bir sabahtı oysa 16 Temmuz. Sela'larla gelen anti-faşist bir bayramdı.
Millet darbecileri teslim almıştı. Benim gariban neslim için, ömrü darbelerle geçmişler için bir rüya gibiydi. Tanklar her renkten, her üsluptan kadın ve erkekler tarafından ele geçirilmişti.
Bedbin faili meçhul zamanlardan kalan depresyonlar, faşist cuntaların önüne çıkılamadığı yıllar geride kalmış, 'evet efendimler sepet efendimler' bitmişti. Faşizme geçit yok diyen yenik sloganlar, Allahuekber nidalarıyla hayat bulmuş, ülke pırıl pırıl bir sabaha çıkmıştı.
Evet, her uzun gecenin bir sabahı vardı, bu bir kere daha anlaşılmıştı...
İşte tam o sırada bir mesaj düştü telefonuma!
Sinema oyuncusu bir hanım yazıyordu.
Eski tanıdığım çilekeş kızlardan biriydi kendisi.
Çok labirentlere girmiş çıkmış, ağır sınavlardan geçmiş, sonunda hayatını değiştirmişti. Evliydi, çocuk büyütüyordu.
Gezi'nin ikinci bölümünde ön taraflara sürülmüş, saçma sapan şeyler olmuş, itenler ortadan kaybolunca şaşırmış kalmış, epey bir linç yemişti. Fakat irtibatı kaybetmemiştim... Onun için dua etmiştim. Gerçeği görsün istemiştim.
Bir süre sonra gerçekten de beni aramış, "Bizi kullandılar abi!" demişti.
O kadar istiyordum ki bu insanların uyanmasını.
Çünkü biliyordum, emekçi ana babaların sınıflarından geliyorlardı. Beyoğlu'nun yalanına kanmışlardı...
O sabah gözlerim dolu doluydu. 'Ömrü hayatımda bir darbenin yenildiğini gördüm ya, ölüm yok bana usta!' diye düşünüyordum.
Telefonuma düşen mesajda şunlar yazıyordu:
"Ne oluyor Cem, askerlerin kafalarını kesiyorlar, köprüden atıyorlar, bize bir şey yapmazlar değil mi?" Altında da bir Kesikbaş fotoğrafı!..
Hiçbir şey değişmemişti. Gezi sırasındaki aynı yalan fotoğraflar yine bunları bulmuştu.
Yalana öyle müptela olmuşlardı ki, iflah olmaz haldeydiler...
Dayanamadım, dümdüz gittim... Tabii abi kardeş ilişkisi orada bitti. Üzülmedim dersem yalan olur. Üzüldüm elbette...
Bu kadar yıl sonra bakıyorum da değişen hiçbir şey yok o cephede. Hep aynı terane. Yok silahlar kime dağıtıldı, yok kafalar kesildi, falan filan.
Asla kabul edemiyorlardı o halk efsanesini!
O efsanenin çoğul sesine sahip çıkamamamızın bir nedeni de bunlardır. Hep birlikte şortlu, örtülü, sakallı, sakalsız büyük bir direniş şenliği kuramamamızın müsebbibidirler...
İstanbul Sözleşmesi kabul edildiğinde burun kıvıran feministler, kaldırıldığında çıngar çıkarıyorlardı.
Kısa demokratik bir anayasa için uzlaşalım dendiğinde höyküren sağlı sollu nefret erbabı...
Barış, çözüm dendiğinde hep bir ağızdan hakaret eden şirret koro hafızamızda kalın harflerle yazılıydı...
Tarihte bir kere bile darbe sınavından geçemeyen Türk solu, 15 Temmuz dendiğinde sinir krizi geçiriyordu. Sosyalist bir insanın darbenin karşısında olamaması ne fecaat bir durumdu!
Muhalefet etmeyi kafa göz girmek diye anlayanlar yüzünden memlekette hiçbir şeyi doğru dürüst tartışamamıştık...
Tartışamıyorduk...
Araştırmacı gazeteci olarak beğendiğimiz kalemler bir bakıyordunuz CIA'nın bordrolu ajanı Rahip Brunson'u melaike olarak tasvir ediyorlardı. Hınç, bunların suratlarından asabı bozuk bir sırıtışla akıyordu.
Dün başka türlü düşünen, ayılmış sandığımız bir sinema yönetmeni, köprüde insancıkları tarayanları şimdi 'çoluk çocuk' diye tanımlıyordu!
O marazi sırıtış hep oradaydı...
Ta 1985'lerde FETÖ'nün yurtlarını yöneten emekli subayların varlığı, o yurtlara mekân veren Gladyo'nun varlığı vız geliyordu bunlara.
Soldan bir tek Ufuk Uras. Diğerleri aynı hesaptı.
Hıktı mıktı...
Bunların yüzünden paçozluk ve taşra kafası üstüne ilerletici bir muhabbet açamıyorduk.
Açamıyorduk, çünkü birileri ellerindeki satırları bileyip duruyordu! Tiyatro diyerekten darbenin arkasında durmuş, alkışlamışlardı.
Alkışlıyorlardı.
Amerikan cephesinde işler aynı tas, aynı hamamdı...
Kurban Bayramı'nızı tebrik ederim...