Yeni Asya’dan dikkat çeken '29 Ekim' haberi
Yeni Asya gazetesi, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı bugün, “Laik Cumhuriyet dinsize de, dindara da ilişmez” başlıklı dikkat çeken bir haber ile çizimlere yer verdi.

Oluşturma Tarihi: 2021-10-29 16:08:53

Güncelleme Tarihi: 2021-10-29 16:08:53

Fetullah Gülen ve ekibine verdiği destekle bilinen Yeni Asya gazetesi, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın kutlandığı bugün dikkat çeken bir haber ile çizimlere yer verdi.

Gazete, “Laik Cumhuriyet dinsize de, dindara da ilişmez” ilişmez başlığı ile verdiği haber şöyle:

BEDİÜZZAMAN: EĞER LAİK CUMHURİYET SORUYORSANIZ; HÜRRİYET-İ VİCDAN DÜSTURUYLA DİNSİZLERE VE SEFAHETÇİLERE İLİŞMEDİĞİ GİBİ, DİNDARLARA VE TAKVACILARA DA İLİŞMEZ BİR HÜKÜMET TELÂKKİ EDERİM.

DİZİ: LAİKLİK MESELESİ - 2
YENİ ASYA ARAŞTIRMA MERKEZi

Burada laikliğin; hayatı düzen altına almayan, her muameleye belli bir ölçü getiremeyen Hıristiyanlık toplumunun düzenindeki önemine dikkatleri çekmek lâzım. Oradaki toplumsal önemi bizden daha fazladır. İslâmiyet; her ferdinin yirmi dört saatini hikmetle tanzim ettiğinden hayatta fazla boşluk bırakmamıştır. Devletin en üst icra biriminden, dağdaki çobanın hayvanlarını otlatmasına kadar fıtrata uygun her türlü ihtiyaca cevap veren ve canlı–cansız bütün hukukları muhafaza eden bir hayat-ı Kur'ân Müslümanlara verdiğinden, Müslümanlar tarih boyunca laiklik uygulamalarına ihtiyaç duymamışlar.

Burada Bediüzzaman Hazretleri'nin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın hayata bakış açılarının kaynağını daha iyi anlayabilmek için şu paragrafı dikkatlice okumamız gerekiyor:
“Çünkü, din-i İsevîde (Hıristiyanlıkta), yalnız esâsât-ı diniye (dinin temelleri, sütunları) Hazret-i İsa Aleyhisselâm'dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye (sosyal hayat) ve füruat-ı şer'iyeye (şeriatının detayları) dair ekser ahkâmlar (çoğu hükümler), Havariyyun (Hz. İsa'nın (as) havarileri) ve sair rüesa-yı ruhaniye (ruhanî dini reisler) tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a'zamı (büyük kısmı) kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden (geçmiş mukaddes kitaplardan) alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm dünyaca hakim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye (toplumun sosyal hayatına bakan genel kanunlarına) merci (yetkili) olmadığından, esâsât-ı diniyesi (dinin temelleri), hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye (Hıristiyanlık şeriatı) namına örfî kanunlar (toplumun yaşadığı, bildiği kanunlar), medenî düsturlar (medeniyetle ilgili kurallar) alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse (değiştirilse), o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı inkâr ve tekzip (yalanlama) çıkmaz.” (Mektubat, s. 421)

Dünyadaki genel değişim, globalleşme ve din-ırk farkı gözetilmeksizin dünyanın her köşesine yapılan göçler, laiklik meselesini de globalleştirdi. Bütün dinlerden ve milletlerden insanların ortak değerlerde bir araya gelmeye çalıştığı bir zamanda, İslâm hukukunun buradan iki yüz-üç yüz sene önceki tatbikinin ne kadar mümkün olduğu mutlaka tartışılacaktır. Bütün dünyayı ve insanları İslâmiyet adına karşısına alıp eski idare biçimini aynıyla uygulamanın mümkün olmadığı dönemlerde, bazı meselelerin sonraya bırakıldığını, yani zamana terk edildiğini biliyoruz. Bu bir ihmal değil, imhaldir. Yani uygulama zamanını beklemektir. Birçok mutaassıp Müslüman'ın anlayamadığı ve kendilerince haklı olarak laikliğe karşı çıktığı bu nokta üzerinde, yetkililerin genişçe durmalarını ümit ediyoruz.

Din hürriyetini; dinî ve siyasî taassupların yol açtıkları istibdatlardan korumanın en ehven yolunun laiklik olduğunu da söyleyebiliriz. Ferdi değil, tamamen sistemi veya devleti alâkadar eden laikliği şahsî bazda ele alıp Müslümanların hareketini – eğitim, uygulama, öğretme veya öğrenim müessesesini– kısıtlamaya kalkışmanın Avrupaî anlamda laiklikle hiçbir alâkası olmadığını bahsimizin sonunda daha iyi anlayacağız. Aşağıdaki âyeti, son zamanlarda “laiklik” tartışmalarına katılan ilahiyatçılarımız zikrediyorlar.

“(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus Sûresi: 99)

1.3. Bediüzzaman ve Laiklik

Avrupaî laik anlayışa hayatının başından beri muttali olan Bediüzzaman, bu kelimenin Müslümanların hayatıyla olan alâkasını, Bakara Sûresi'ndeki:
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (256) âyetinin definisyonuyla ortaya koyuyor. İlk eserlerinden olan “Makalat”da, ”Reddu'l-Evham” başlığıyla neşrolunan makalesinde “Zira gayrimüslimler kurûn-u vustâda (Orta Çağ'da) ve vahşi oldukları zamanlarda, ferman-ı “Lâ ikrâhe fid dîn“ “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Sûresi, 2:256.) ile bu kadar edyan (dinler) ve akvâm-ı muhtelife (çeşit kavimler) medeniyet-i İslâmiye'de (İslâm medeniyetinde) masum kaldıklarından (korunduklarından), İslâmiyetin ulüvv-ü cenabı (cömertlik, büyüklük) ve gayr-i müslim tevehhüm ettikleri mahzurun ademi (yokluğu), güneş gibi tezahür ediyor. (ortaya çıkıyor.)“ (ESDE, s. 72). Henüz 31 Mart İhtilâli'nin olmadığı ve Türkiye'nin de materyalist Avrupa'nın desteğiyle İslâm ile alâkasını kesmediği bir zamanda, dolaylı olarak laiklikten haber veriyor.

Onun laiklikle alâkalı fikirlerini, Cumhuriyet hükümetinin kendisini: “Laikliğe aykırı hareket ediyorsun!” ittihamıyla çıkarıldığı 1935 Eskişehir Mahkemesi'nde daha çok duyacağız. Analizlere ve tesbitlere geçmeden önce, yalnızca onun tanımlarını vermeye çalışacağız:

Bediüzzaman'ın bu tarifleriyle Başgil'in: “Şu halde laiklik ne münkirliktir, ne de hususuyla din düşmanlığıdır; sadece, devlet hayatında ve amme münasebetlerinde, dinî kaide ve esasları dindarlar muhitine ve ferdî vicdanlara bırakarak sırf hayatın akışına ve münasebetlerin mantığına uymaktır.” (Din ve Laiklik s. 161) şeklindeki yaklaşımı arasındaki tenasübü rahatlıkla görebiliyoruz.

Ve hemen arkasından Cumhuriyetin Avrupa'dan iktibas ettiği laikliğin pratiğinin tanımını yapıyor, Bediüzzaman: “Nasıl ki hükümet-i cumhuriye ‘dini dünyadan tefrik edip (ayırıp), bîtarafâne kalmak (tarafsız kalmak)' prensibini kabul etmiş, dinsizlere dinsizlikleri için ilişmediği gibi dindarlara da dindarlıkları için ilişmemesi o prensibinin icabatındandır. (gerekliliğindendir.)“ (Tarihçe-i Hayat s. 212)

Mustafa Kemal'in kurduğu devletin, rejim olarak daha çok Fransa'ya mı yoksa bir başka ülkeye mi yakın olduğu bilimsel olarak tartışılacaktır. Şu hususu hemencecik belirtelim ki; cumhuriyetten önceki ceza kanunu Fransız Ceza Kanunu'ndan iktibas edilmişti.
Avrupa'daki din-devlet mücadelesinin bir ürünü olan laiklik anlayışını Ali Fuat Bey şu şekilde tasvir ediyor: “Dinî müessese ve teşkilâtları onlar kurar, onlar kapar, onlar idare ederler. Din adamlarını vazifeye onlar tayin eder, onlar mükâfatlandırır, cezalandırır, hatta onlar doyurur... dinî hayata diledikleri gibi istikamet vererek onu politikalarına sadık bir hizmetkâr görmek isterler.” (Din ve Laiklik). Hocanın tarif ettiği tarzdaki laiklik anlayışının önce Sovyetler Birliği'nde ve daha sonra bizde uygulandığını da bu vesile ile belirtmiş olalım...

Bediüzzaman'ın, M. Kemal'e ve arkadaşlarına bu husustaki ikazlarını “Yasama” kısmında arz ettiğimiz meclis konuşmalarında vermiştik. İstanbul Hükümeti'ndeki Şeyhülislâmlığın Ankara'da Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti olduğunu ve 1924 Martı'ndan sonra da Diyanet İşleri olarak değiştirildiğini biliyorsunuz. 429 sayılı kanun ile, 1925'ten ta 1928'e kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin şeriatla yönetildiğini (anayasadaki haliyle) çoğumuz bilmeyiz. Halktan çekinerek bu durumu, yani “Anayasada devletin dini din-i İslâm'dır ve dinin ahkâmını tenfiz etmek devletin vazifesidir.” ibarelerini 1928'e kadar muhafaza edeceklerdi. Bediüzzaman'ın söylediklerini ve yaşadıklarını daha iyi anlamamız açısından, Ali Fuat Başgil'in o günün tatbikatını anlatan ifadelerini buraya almak istiyoruz.

“...Buralarda (Rusya da olabilir, Türkiye de) politika adamları, kendilerini din âlimleri yerine koyarak, dinin ibadet diline bile el uzatmakta beis görmemişler ve bu uğurda ak saçlı dindarları sürgüne göndermekten, hatta darağacına çekmekten utanmamışlardır. Yine bu memlekette aynı din düşmanı politikacılar, devletin laikliğini iddia ettikleri halde, dinî bütün teşkilâtı ve personeli ile kendi politikalarına bağlamışlar. (Din ve Laiklik, s. 18)

Günümüzdeki gizli demokrasi düşmanlarının dillerinden düşürmedikleri “laik cumhuriyet”in tarifini de Bediüzzaman yapmaktadır: “Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, laik manası bîtaraf (tarafsız) kalmak, yani hürriyet-i vicdan (vicdan hürriyeti) düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telâkki ederim.” (Tarihçe-i Hayat s. 358)
Bediüzzaman Hazretleri'nin ladînî manasıyla laikliğin yalnız tanımını vermiyor bize, tatbikinin ipuçlarını da gösteriyor.

Kemalistlerin mütemadiyen laiklik düşmanı olarak propaganda ettikleri Said Nursî'ye göre, Müslümanların laiklikle alâkalı bir problemleri yoktur. Avrupa'nın, insan kanının sel olduğu büyük ihtilâlinden sonra benimsediği prensibin (din ve vicdan hürriyetive insanların inançlarından dolayı zorlanmamaları hususunda), Hz. Peygamber´in (asm) Medine'ye hicretinde de var olduğunu (veya daha güzel prensiplerden dolayı ihtiyaç duyulmadığını) görüyoruz. Tarihin belki de ilk yazılı anayasa metni olan “Medine Sözleşmesi”nin hazırlanış ve uygulanış tarihçelerini inceleyenler, Asr-ı Saadet Müslümanlarının hakikaten böyle bir prensibe ihtiyaç duymadıklarını öğreneceklerdir. Zira hukuku daha ince, detaylı ve kapsamlı bir şekilde ele alıp; siyasî ve dinî taassupların şerrinden koruyan sistemin sahibidir, Peygamberimiz (asm). Bediüzzaman'a göre laikliği doğru anlamayanlar, evvelâ dinsizlerdir.

“ ...Eğer, faraza, laik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: ‘Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, ladînî cumhuriyetin prensiplerine muaraza (onlarla kavga) ediyor!

Elcevap: Hükümetin laik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi; Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz (farklı ve üstün) olarak, bütün aktar-ı cihanda (cihanın kıt'alarında, dört bir yanında), nerede Türk varsa Müslümandır.”
(Tarihçe-i Hayat s. 204)