15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ordu-emniyet ayağında başlayan FETÖ temizliği, dolaylı olarak PKK'nın elini zayıflattı. Birbirinden beslenen bu şer ikilisinin, bir yandan emniyet istihbarat kanallarındaki uzantılarının tam olmasa da tasfiye edilmesi, içeriden beslenmelerini engellerken; diğer yandan ordudaki tasfiyeler sonrası başlayan operasyonlarla da örgütsel moral ve motivasyon kırılmış, lojistik ve askeri istihbarat desteğini de oldukça zayıflatmış görünüyor.
Son askeri operasyonlarla gün geçtikçe kırsalda manevra kabiliyetini kaybeden örgüt, eylemsel taktik değişikliğine giderek “işi” şehir yapılanmalarına havale etmiş, tabir yerinde ise “kırsal kalkınmaya” yönelmiş durumda.
Bölgede bir güvenlik sorunu olduğu malum. 6-8 Ekim pratiği bunun ispatı niteliğinde. Olayların Emniyet içindeki FETÖ/PKK konsorsiyumunca koordine edildiği ve icra ettirildiği 15 Temmuz sonrası açıkça belirginleşti.
FETÖ/PKK varlığını, bölgede “yaşanan” veya “yaşanmayan” olaylardan yola çıkarak çözmek mümkün. Elde edilen doğru istihbaratlar neticesinde birçok katliam ve facianın önlenmesi, bir anlamda istihbari hortumların kesildiğinin de bir ifadesi. FETÖ etkisiz olunca PKK'da etkisizleşiyor, yani FETÖ' nün emniyet ve ordu içindeki etkinliği ile PKK'nın alanlardaki etkinlik ve hâkimiyeti birbiriyle doğru orantılı.
PKK, son dönemde Ak Partili siyasetçilere yönelik başlattığı suikastlarla aslında çaresizliğini ortaya koymuş oluyor. Suikastlar, örgütler açısından çok basit ve basitleştirici bir eylem biçimidir. Birinin eline bir miktar para sıkıştırarak da rahatlıkla suikast yaptırılabilir. Bu durum, kısa vadeli yıldırma girişiminden öteye gitmeyen, taban kazanmanın aksine kin ve nefret toplamaktan öteye gitmeyen bir yöntemdir.
Sahada kendisine karşı örgütlü İslami bir yapı kabul etmeyen ve kendisi dışındaki örgütlü-örgütsüz hiçbir yapıya hayat hakkı tanımayan örgüt, Ak Parti'li siyasetçilere yönelik yapmış olduğu suikastlarla, eylem kabiliyetinin hala “var” olduğunu ve “ayakta” olduğunu göstermeye çalışıyor.
Hele hele Beytüşşebap, Hakkâri, Van ve son olarak Dicle'deki suikast biçimlerine bakıldığında, örgütün 90'lı yıllardaki çatışmalı süreci yeniden alevlendirmek istediği net bir şekilde ortada: Evlere zorla girerek babaları çocuklarının gözleri önünde katletmek…
Peki, Ne Yapılmalı?
Öncelikli olarak bölge emniyet teşkilatları içerisinde PKK ile iş tutan kripto FETÖ'cü polislerin derhal tespit edilerek tasfiye edilmesi gerekiyor. Aksi halde örgütün emniyet içinden istihbari ve fiili destek alması engellenemeyecek ve kentlerdeki manevra kabiliyeti güçlenmeye devam edecektir.
Bölgedeki sivil toplum ve siyasetçiler güvenlik sorunu sebebiyle mücadeleye maalesef 1-0 yenik başlıyor. Devlet bir yandan örgüte karşı güvenlikçi politikalara devam etmeli, diğer yandan da sivil toplumla hemhal olmalı, halkın can güvenliğini sağladığını fiili olarak hissettirmelidir.
Aksi halde oluşan güvenlik açıkları PKK tarafından, siyasi boşluk ise yine HDP tarafından doldurulmaya devam edecektir.
Sivil halkta “devlet güvenliğimizi sağlıyor” algısı oluşturulduğu zaman halkın genel olarak örgüte karşı somut ve cesur tavır sergilediği, “kafası karışık” kesimin ise kendisini güvende hissetmediğinde örgüte yaslandığı, bölgenin geçmiş pratiğinden rahatlıkla okunabilir.
Tüm bu saldırıların ve suikastların karşısında bölge halkı, vasatı güvenli göremediği için somut bir tepki veremiyor, geçmiş tecrübelere binaen buna cesaret edemiyor.
Ama artık şu gerçeği görmek gerekiyor: Bu ülkede bir 15 Temmuz yaşandı. Artık kimsenin susmaya, köşesine çekilmeye, meydanı teröre terk etmeye hakkı da yoktur lüksü de…
Karşımızda emperyal bir düşman ve onun bölgesel, etnik ve mezhepsel taşeronları var. Hedefte sadece ve sadece “İslam” var. Yani bir İslam-haçlı mücadelesi var. Bu mücadelede denklem çok açık: ya müslümandan yana pozisyon alınacak, ya da haçlıdan yana…
Her şeyi bir yerden beklemek, tüm fedakârlığı bir kişiye yığmak yerine inisiyatif almak ve kendini değiştiren bir toplum olmak için seferber olmak…
Tüm mesel bu…