Dolar

34,5424

Euro

36,0063

Altın

3.006,41

Bist

9.549,89

Devletler yeniden vaziyet alırken

8 Yıl Önce Güncellendi

2017-08-07 19:02:12

Devletler yeniden vaziyet alırken

1980'lerden îtibâren yaygın bir şekilde tatbik edilmeye başlanan neo-liberal politikaların ve bilgi-iletişim teknolojilerinde sağlanan devrim niteliğindeki gelişmelerin etkisiyle, küreselleşme bir fenomen olarak tüm dünyâda revaç buldu. 90'lı yıllarda bu hikâyeye yoğun bir şekilde insan hakları, sivil toplum, eşcinsel hakları, çevrecilik, kimlik politikaları vb. soslar eklendi. Küreselleşme yanlılarının argümanlarına göre mal, hizmet ve sermaye serbestçe dolaşacak, siyâsî sınırlar kalkacak, devletler küçülecek ve etkileri sınırlanacaktı. Dünya; özgür, global bir köy olacaktı.

Muvâfıkları tarafından dünyâya sınırsız özgürleşme olarak pazarlanan, muhâliflerince oldukça tahripkâr neticeleri olduğu iddia edilen küreselleşme, beraberinde çok ağır bir devlet eleştirisini getirdi. Ulus devletlerin sebebiyet verdiği savaşlar ve bunların getirdiği ağır faturalar –haklı olarak- bu süreçte çok yoğun bir şekilde işlendi. Devletlerin cürümleri köpürtüldükçe köpürtüldü ve medya üzerinden toplumlara pompalandı. Devlet neredeyse tamâmen ortadan kaldırılması gereken bir günah keçisi îlân edildi.

Geçtiğimiz otuz yılda, küreselleşmenin devlet yapıları üstünde çift yönlü (aşağı&yukarı) çözücü, zayıflatıcı etki yaratma kapasitesine sâhip olduğuna şâhitlik ettik. Peki bu nasıl oluyordu? Uluslarüstü organizasyonlarla yapılan egemenlik devri/paylaşımı anlaşmaları ve yerelleşme/kimlik politikaları mârifetiyle. Küreselleşmenin merkezinde ve önemli bir siyâsî ayağı olarak mütâlaa edebileceğimiz AB (Avrupa Birliği) projesi, bizim ülkemizin de son otuz yıldır en önemli siyâsî gündem maddesiydi. Ülkemizin AB'ye uyum süreci bağlamında attığı bazı adımlar ve bunun getirdiği egemenlik devri tartışmaları, küreselleşme süreçlerinin ulus-devlet yapıları üzerindeki aşındırıcı etkilerini göstermesi bâbında oldukça ilginçti. İlâveten, AB'nin Türkiye'de yürütülen kimlik siyâsetleri üzerindeki rolü ve ağırlığı, bu aşındırıcı etkinin bir diğer delîli mâhiyetindeydi.

Küreselleşmenin bir fetiş hâline geldiği 90'lı yıllar, aynı zamanda geleneği olan devlet yapılarının da ağır saldırı altında olduğu bir dönemdi. Rusya, bu saldırının en önemli cephelerinden birisiydi. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Rusya on yıllık bir fetret devrine girdi. Bu bunalımlı geçiş sürecinde küresel sermâyenin ağır saldırısına maruz kaldı ve varlıkları âdeta mezata düştü, üç-otuz paraya satıldı. Putin'in idâreyi ele almasıyla birlikte, Rusya için restorasyon dönemi başladı. 2003'te Irak Savaşı ile birlikte yükselen petrol fiyatları, Putin'in elini hem dâhilde hem hâriçte güçlendirdi. Putin, küresel sermâyenin Rusya'daki temsilcileri olan bazı oligarkları tasfiye ederek küreselcilere önemli bir darbe indirmiş oldu. Rusya'nın güçlü bir aktör olarak tekrar sahnede yerini alması, küreselleşme kıskacındaki devletler cephesi açısından önemli bir hamleydi.

Benzer bir hikâyeyi Türkiye de tecrübe etti. Türkiye, 90'lı senelerde siyâsî ve ekonomik istikrarsızlığın kucağındaydı.İstikrarlı bir siyâsî iradeden yoksun kalması, Türkiye'yi de dış kaynaklı finansal operasyonlara karşı kırılgan hâle getirmişti. 2001'deki ekonomik kriz, ardından yaşadığımız siyâsî çalkantılar ve siyâsal mühendislik faaliyetleri, küreselci cephenin Türkiye'de en rahat günlerini idrâk ettiği bir dönemi ifâde ediyordu.

2008'de, ABD'de başlayıp tüm dünyâyı vuran finansal odaklı ağır ekonomik bunalım, küreselleşme mâcerâsının kritik bir dönemeci mâhiyetindeydi. Tüm dünyâda etkileri hissedilen bu sarsıcı kriz, denetimsiz/kontrolsüz sermayenin nelere yol açabileceğini göstermesi bağlamında oldukça enteresandı. Bu kriz, azgınlaşan finans kapitale karşı devlet müdâheleciliğini geri çağırdı. Devletin finansal sisteme etkin müdâhelesiyle birlikte, devletleştirilerek kurtarılan bankaları, finans kuruluşlarını gördük.

Son yıllarda yaşadığımız krizlerden sonra, devletler küresel sermâyeyi hizâya getirmeye mâtuf hamleler yapıyorlar. Devletin yeniden sahaya çağırılışına, küresel sermâye karşısında vaziyet alışına şâhitlik ediyoruz. Duvarların yeniden yükseldiği, sınırların keskinleşmeye başladığı, yabancılara karşı şüpheyle yaklaşılan, herkesin kendini garanti altına almaya çalıştığı bir dünyâya doğru gidiyoruz.

Yıllarca devletin ceberrut politikalarından gadre uğramış bir gelenekten gelen birisi olarak amacım kuru bir devlet kutsaması yapmak değil. Ulus-devlet ve tek tipleştirici yanlış uygulamaları bize çok pahalıya mâl oldu, bedel ödetti. Ama son dönemde yakın coğrafyamızda şâhitlik ettiğimiz hâdiseler gösteriyor ki devletsizlik en kötüsü.

Ne küreselleşmenin tahripkâr, ufalayıcı politikaları ne de ulus-devletin otoriter, dayatmacı politikaları kabulümüz. Derde devâ bir modele ulaşabilmek için, geleneğimizde de mühim bir yeri olan “Kerim devlet” anlayışı üzerinde fazlaca durmamız, tefekkür etmemiz gerekiyor gâliba.

Haber Ara