Sahaflar Çarşısı'nın şeyhi: Muzaffer Ozak
Kültür tarihimizde önemli bir yer işgal eden İstanbul esnafları hakkında bir hayli kitap yazıldı. Bu konuda üç örnek vermek gerekirse Evliya Çelebi, Osman Nuri Ergin ve Reşad Ekrem Koçu gibi isimleri zikredebiliriz. Bunlardan Osman Nuri Ergin, en sağlam ve en ayrıntılı kaynak olarak karşımıza çıktığı gibi, Evliya Çelebi de ünlü seyahatnamesinde “Esnaf Alayları”nı uzun uzun anlatıyor, aralarında bir de sahaf esnafı bulunduğunu belirtiyor. Diğer grupların olduğu gibi, sahafların da idarecisi olan zata “Sahaflar Şeyhi” denildiğini ifade ediyor.
Bu mukaddimeyi, devrimizin en meşhur Sahaflar Şeyhi (duayeni) merhum üstadımız ve büyük kitabiyat bilgini Muzaffer Ozak Hoca Efendi'ye getirmek için yaptım. Ama önce bir başka sahaftan ve hakkında kaleme alınan bir yazıdan kısaca bahsedeyim. Sayın Doğan Hızlan, Hürriyet'in eki “Kitapsanat”ta “Sahaflar Çarşısı'nın Felsefecisi: Arslan Kaynardağ” başlığıyla yayımladığı yazısının girişinde şöyle diyor:
“İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirmiş, Spinoza üzerine doktora yapmıştı. Bir derneğe olan siyasal üyeliği yüzünden bir daha mesleğine dönememiş, sahaflığı seçmişti.
Birçok sahafın yanında çalışmış, sergiler açmıştı. Yalnız Türkçe kitaplar değil, tezgâhında yabancı dilde kitaplar da bulundururdu.”
İşte Arslan Kaynardağ'ın yanlarında çalıştığı ve sergiler açtığı sahafların en başta geleni Muzaffer Ozak'tı. Ben bu konuya “Ayaklı Kütüphaneler” isimli kitabımda da yer verdim: Arslan Kaynardağ, çarşıda uzun yıllar sahaflık yaptı. Bir röportajda kendisine yöneltilen soruları cevaplandırırken şunları söylemeyi de ihmal etmemişti:
“Muzaffer Ozak gönlü yüce bir insandı. Kim olursa olsun, herkese iyilik ederdi. Yaptığı iyilikleri hiç unutmam. O dediğiniz yerde bir yıl kadar kitap sattım. Bizim için yalan yanlış birçok şeyler söylendi, Muzaffer Bey'e. Hiç birine aldırmadı. Kendisi olgun insan örneğiydi. Adını her zaman saygıyla, sevgiyle anıyorum.”
Efendi Hazretleri'nin adını saygıyla, sevgiyle anan günümüz sahaflarından biri de, halen Beyoğlu'ndaki dükkânında mesleğini icra eden Halil Bingöl'dür. Bu kadim dostumun yanına ne zaman gitsem Efendi'nin duvarda asılı resmine hasretle bakıp gözlerimi dinlendiririm. Halil Bey de, kendisinden daima, üstadımız, şeyhimiz diye sitayişle bahseder. Merhumdan yardım ve iyilik gören daha başka sahaf esnafı da var ama sütunum sınırlı olduğu için onları anlatamayacağım.
Mademki söz sahaflık mesleğinden ve Muzaffer Ozak'tan açıldı öyleyse konuyla ilgili birkaç nakilde daha bulunayım:
Sahaflığı, Karagümrük'te Kefeli Camii'nin imamı Şakir Efendi'den öğrenen Hacı Muzaffer Efendi, bu mesleğin sırlarını başkalarına anlatmaktan, bildiklerini öğretmekten de büyük bir zevk duyuyordu. Kendisiyle yapılan mülakatların birinde şunları söylüyordu:
Sahaf ve suhuf kelimeleri dini bir özellik taşımaktadır. Bazı peygamberlere “suhuf” adı altında vahiy indiğini biliyoruz. Çoğunluğunu dini eserlerin teşkil ettiği eski kitapların satıldığı Sahaflar Çarşısı, daha önce Kapalı Çarşı'daydı. Yıllar sonra şimdiki yerine taşındı. Burada sadece kitap satılmıyor; tarihi, edebi, ilmi sohbetler de yapılıyordu. Bilindiği gibi sahaf, eski kitapları ama daha çok yazmaları yakından tanıyan kimse demektir. Kitabiyat ilmine vakıf olan böyle bir sahaf, antika eserleri derleyip toplar, onlara kıymet ve fiyat biçer, bu eserlerin mümkün olduğu kadar erbabının eline geçmesi için gayret gösterir.
Biz öyle kitaplar satmışızdır ki, alan kimse sabaha kadar onu göğsüne bastırıp yatmıştır.
Nadir eserleri sadece kitap meraklısı Türkler almıyor, yabancılar da bu işin peşini bırakmıyorlardı. Doğrusu, yığın yığın kitap onlar vasıtasıyla yurt dışına gitti. Bu, bir bakıma da iyi oldu. Hiç değilse nadir kitapların bir bölümü böylece yok olmaktan kurtuldu. Çünkü harf inkılabından sonra, kraldan çok kralcı geçinen bazı işgüzar memurlar öyle bir terör havası estirdiler ki, insanlar korkularından ellerindeki kitapları, aile büyüklerinden kalan kıymetli eserleri alelacele yaktılar, kuyulara atıp yok ettiler. Evlerde eski yazı bulundurmak, kobra yılanı beslemek gibiydi. Mesela Çankırı Mevlevihanesi'ne ait kitapların gömüldüğü yeri bana gösterdiler. İçlerinde çürümeyen tek bir “Nesîmî Dîvânı” kalmıştı. Onu da ben aldım.
Sahaflar Çarşısı'na kitapların dışında fermanlar, hat örnekleri önemli evrak ve özel mektuplar da düşüyordu. Mesela ben Namık Kemal'in Abdülhamid'e verdiği jurnalleri bu çarşıda gördüm. Ustalarımız “Aman bunlar ortaya çıkmasın, aksi halde rezil oluruz” diyerek yaktılar. Öyle yazma Kur'anlar gelirdi ki, hangi hattata ait olduğunu belirlemekte hayli güçlük çekerdik. Adam, şaheser bir Kur'an yazdığı halde sonuna adını kaydetmiyor. “Edep ederim. Ben kimim ki, Allah'ın kitabına adımı yazayım” diyor.
Sahaflar Şeyhi Muzaffer Efendi'nin konuyla ilgili daha birçok hatırasını öğrenmek istiyorsanız “Ayaklı Kütüphaneler” isimli kitabımı okumanız gerekiyor.
Yeni Şafak