Jane Hirshfield etkileyici şiiri “Optimism”de (İyimserlik) bir ağacın hayatta kalmak için ışığa yöneldiği “kör zekâsına” olan hayranlığından bahseder. Biz insanların, kendi zekâmızı tanımlamak ve ölçmek için kullandığımız yöntemlerden çok farklıdır bu. Bir tür mantık dışı, hayata aç bir sezgi söz konusudur. Batılı zekâ modeli, mantıksal-matematiksel zihne saplantılı olduğundan bir anlamda “kör zekâdır”: Yaşamı sadece hayatta kalmak olarak görmeyip yaşamaya değer kılan ham, dolaysız ilgiyi gizleyen kör noktalarla bezenmiştir.
Büyük İspanyol filozof José Ortega y Gasset (1883-1955), Aşk Üzerine: Tek Bir Temanın Özellikleri'nin sonuna doğru bunu irdeler ve aşk ve bizi biz yapan şeyler hakkında bize miras kalan, öylece kabul edilen fikirlere karşı çıkar.
Gerçekten zeki insanların "son derece az" olduğundan yakınan Ortega, Batı yüksek kültürünün entelektüel züppeliğine, zekâyı sözel-matematiksele indirgemesine karşı çıkıyor.
Simone de Beauvoir'ın zekânın "dünyaya ve kendine dikkat eden bir varlıktan ibaret olduğu" konusundaki ısrarıyla uyumlu olarak Ortega şöyle diyor:
“Zekâyla, zihnin olaylara belirli bir keskinlik ve kesinlikle tepki vermesini, bir turpun sürekli yapraklarına bakılarak yargılanmamasını, grinin kahverengiyle karıştırılmamasını ve hepsinden önemlisi, kişinin önündeki nesneleri, tekrarlanan sözcüklere kapılmadan, olduğu gibi görmesini kastediyorum.”
Ortega, Sherwood Anderson'ın "çoğu insanın hayatı boyunca bilinçsizce yaşadığı” düşüncesine katılır, bu insanların yaprakların tüm bedenini sardığı turplara benzetir:
“Genelde insan, onları etraflarında olan bitenden haberdar olsunlar diye uyandırmanın imkânsız olduğu, dış etkiye tamamen kapalı uyurgezerler arasında yaşadığı izlenimine kapılır.”
Çevremiz ve kültürden, tahmin ettiğimizden çok daha fazla etkilendiğimizi ve alışkanlıklarımızın kaderimizi şekillendirmede büyük rol oynadığını dile getiren Ortega şöyle der:
“Muhtemelen insanlık hep uyurgezer hâlde yaşadı; bu durumda düşünceler bilinçli değil; verilen tepkiler otomatikleşmiş, çevre tarafından bireye dayatılmış.”
Zekâ diye adlandırdığımız şey, içinde bulunduğu zaman ve mekânın gölgesi altında yaşayanların göremediği ideolojilerin atmosferiyle sarhoş olmasının ürünüdür. Zekânın kültürel olarak inşa edildiğini anlamamız için bir zamanlar bilimin zirvesi olarak kabul edilen öjeni ve frenolojiye bakmamız yeterlidir. Ortega, Siddhartha Mukherjee'nin IQ'nun karanlık kültürel tarihine ve neden zekâyı ölçmenin mümkün olmadığına dair muhteşem araştırmasında bu “biyoloji ve kültür arasındaki zararlı kaymalar”la yüzleşmeden yarım yüzyıl önce şöyle yazmıştı:
“Bilim ve edebiyatın ortaya koyduğu birçok işin uyurgezerlik hipnozu altında yani hiç de zeki olmayan yaratıklar tarafından üretildiği inkâr edilemez. Bilim ve edebiyat bu hâliyle keskin zekânın ürünüdür denilemez; yine de aklı uyandırıp zekâyı oluşturan aydınlanma durumunu tetiklediği kesindir. Zeki olanla aptal birisi arasındaki fark, zeki kişinin kendi aptallığına karşı tetikte yaşaması, ortaya çıktığı anda onu tanıması ve onu ortadan kaldırmaya çalışması, aptalınsa kendi aptallıklarına kayıtsız şartsız teslim olmasıdır.”
“Herhangi bir dönemde veya ulusta, zekânın entelektüelliğin tanımının sınırlarına indirgenmiş olarak kalmasını ciddi bir talihsizlik olarak görüyorum. Zekâ kendini her şeyden önce sanatta veya bilimde değil, yaşamın sezgisinde gösterir. Entelektüeller tam anlamıyla yaşıyor sayılmaz; genelde sezgileri zayıf olan kişilerdir, çok fazla eylemde bulunmaz, [aşk], [iş], zevk ve tutku hakkında çok az bilgiye sahiptirler. Soyut bir varoluşa öncülük ederler ve aklın sivri uçlu dişlerine otantik bir et fırlattıkları pek görülmez.”
Kaynak: oggito.com