KİTAP: Bir sahte dervişin Orta Asya gezisi
Mimar yazar Dr. Sinan Genim, II. Abdülhamid ile dostluk kurmuş Macar asıllı Arminius Vámbéry’nin “Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi” adlı kitabına dair önemli paylaşımlarda bulunurken, “Gerek Arminius Vámbéry’in yaşamı gerekse onun Orta Asya Gezisi merakla okunacak, günümüz için ders alınacak bir gerçek öyküdür” dedi.

Oluşturma Tarihi: 2021-07-10 16:19:03

Güncelleme Tarihi: 2021-07-10 16:19:03

Bir sahte dervişin Orta Asya gezisi

Arminius Vâmbéry, 1832 yılında dar gelirli bir Musevi Ailesi'nin çocuğu olarak, Budapeşte'nin kuzeybatısındaki, günümüzde Slovakya sınırları içinde kalan Dunaszerdaheli'de doğar. Babası o daha çok küçükken hayatını kaybeder, annesi tekrar evlenir ama ekonomik açıdan sıkıntılı bir çocukluk geçirir. Parasızlık yüzünden düzensiz biçimde süren öğrenim hayatının açlık ve sefalet içinde geçtiğini, bir yandan onu bir türlü kabullenemeyen Hıristiyan okullarında okurken bir yandan da çalışmak mecburiyetinde kaldığını anlatır.

Dil öğrenmek

Eksik kalan eğitimine rağmen akıl almaz zekâsı ve dile karşı olan yeteneği kendini gösterir. Sekiz yaşında Almanca, Slovakça ve Macarca'nın yanı sıra İbraniceyi de okuyup yazabilmektedir. On bir yaşında özel öğretmenlik yaparak hayatını kazanmaya başlar, lise eğitimi sırasında Latince, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, Danimarka ve İsveç dillerini öğrenir. 1857 yılında ünlü doğu bilimci Joseph von Hammer-Purgstall'ın önerisi üzerine İstanbul'a seyahat etmek için çeşitli yollara başvurur. 1859 yılı sonlarına doğru Tuna Nehri yoluyla İstanbul'a seyahat için yola çıkar. Yolda yapılan konuşmalarla Türkçe öğrenir, öyle bir yeteneği vardır ki, iki üç gün içinde öğrendiği Türkçe ile tercümanlık bile yapar (s. 28).

İstanbul

Bir süre İstanbul'da paşa çocuklarına, bu arada Sultan II. Abdülhamid'in kız kardeşi Fatma Sultan'a Fransızca dersleri verir. Bu vesileyle tanıştığı ve o dönemde şehzade olan Abdülhamid ile dostluğu yaşadığı süre boyunca devam eder. İstanbul'da bulunduğu süre içinde küçük bir Türkçe-Almanca sözlük hazırlar, Abuşka lügati olarak bilinen Çağatayca-Osmanlıca sözlüğünü Macarca'ya çevirir. Sıkı bir çalışma ile Arapça ve Farsça yanı sıra İslâm bilimleri konusunda da uzmanlaşır. İstanbul'da bulunduğu sürenin bir kısmını Hüseyin Dâim Paşa'nın konağında geçirir. Konakta bulunan ve Ahmed Efendi adındaki, Bağdatlı bir molla kendisine “Reşid” ismini takar. Bundan böyle doğuya yapacağı seyahatlerde bu ismi kullanacaktır.

1862'de Budapeşte'ye döner ve Macar Bilimler Akademisi'nde Türkiye hakkında bir konferans verir. Bütün amacı bir Orta Asya Gezisi'ne çıkarak Macar dilinin köklerini araştırmaktır. Akademi'den aldığı destek ile İstanbul'a döner ve 15 Mayıs 1862 günü Trabzon'a doğru yola çıkarak, inanılması güç bir Orta Asya Gezisi'ne başlar.

Tahran'a Gidiş

Vâmbéry'in sol ayağı doğuştan sakattır, üç yaşından itibaren koltuk değneği ile yürümeyi başarır. Buna rağmen azmi sayesinde bir derviş kılığında böylesi zor bir yolculuğa çıkmayı ve tamamlamayı göze almaktadır. Trabzon'dan yola çıkan Reşid Efendi, Erzurum üzerinden Diyadin'e ulaşır. Gece yatmak için bir yer ararken, kasabanın kadısının ambarında kalabileceğini öğrenir. “Kadı'nın evini bulduğumuz zaman, orada ambarın bir köşesinde, Amerikalı bir papazın, karısı, kardeşi ve çocuklarıyla oturmakta olduğunu gördüm. Yıllarca İran'da Urumiye'de bulunmuş, şimdi ise Filadelfiya'ya dönüyormuş. Urumiye... Filadelfiya! Ne uzun mesafe! Fakat misyonerlerin gözünde uzaklık, mesafe diye bir şey yoktur.” (s. 39).

13 Haziran 1862 günü Tebriz üzerinden Tahran'a varan Reşid Efendi, bu şehrin halk arasında “Dârü'l Hilâfe-Hilâfet Merkezi” unvanıyla anıldığını belirtir. “Bunca şairin övgülerine konu olmuş İran ülkesi, gerçekte ürkütücü bir çöldür. Buna karşılık Türkiye âdeta bir cennet gibidir. Ancak İran hakkında gözlemlediğim zihin berraklığı, kavrama gücü ve zarafet Osmanlılarda az bulunur, Buna karşılık Türklerdeki doğruluk, ahlâk, içtenlik ve kalp temizliği rakipleri olan İranlılarda yoktur.” (s. 43).

Rum Ülkesi

Bu tarihlerde, Orta Asya'da Osmanlı ülkesine “Rum” adı verilmektedir (s. 47 ve 53).

“İslâm dininin sekiz yüzyıldan beri, bu halk arasında gelenek denilen eski alışkanlıkları yok edemediğine, din bilginlerinin öğütlerine karşın, dinin yasakladığı birçok adetlerin geçerliliğini bugüne kadar sürdürdüğüne dikkat edilmelidir. Buna göre İslâmiyet, Türkmenler ve Orta Asya'nın diğer göçebe ve yörükleri arasında yalnız tapınma biçiminin değişmesine neden olabilmiş, başka bir etki yapamamıştır. Başka bir deyişle Türkmenler, bir zamanlar güneşe, ateşe ve diğer doğal güçlere ettikleri kulluk ve ibadeti, şimdi Hz. Muhammed'in belirlediği biçimde, gerçek Tanrı'ya yapıyorlar? Buna karşılık, tarihin bildirdiği kendilerine özgü ahlâk ve eski gelenekler hâlâ varlığını sürdürüyor; bunların ev ve yurtları bir yerde sabitleşmedikçe, göçebelikleri yerleşikliğe dönüştürülmedikçe yok olmayacağı da kesindir.” (s. 72-73).

İlginç bir tespit... Acaba üzerinden yüz elli yılı aşkın zaman geçmesine rağmen hâlâ aynı sıkıntıları mı yaşamaktayız? Göçebelikten yerleşik düzene geçmek bu gibi gelenek ve göreneklerin devamı üzerinde nasıl bir tesir yaratıyor? Benzer bir değerlendirme Türk boylarındaki “aksakallılar” üzerine yapılıyor, özellikle göçebelerde bu tür toplumda sözü dinlenen insanlar olmadığı, çünkü herkesin eşit olduğu düşüncesinin yaygın olduğu vurgulanmakta.

Eski İstanbul yaşantısı

Geçmişte, İngiliz asıllı ünlü bir doğu araştırmacısı bana geleneksel İstanbul yaşantısı sürdüren bir ev ziyaret etmek istediğini söyledi. Ben de onu ailemin bazı büyüklerinin yaşadığı bir eve misafir götürdüm. Evde büyük halam bizi karşıladı, oturduğu odaya buyur etti, ne ikram edebileceğini sordu. Çok iyi Türkçe konuşan hoca “sade kahve” dedi. Ben herhangi bir istekte bulunmadım. Bir süre sonra, biz sohbete devam ederken, kapı hafifçe aralandı, o sırada doksan yaşına yaklaşan büyük hâlâ ayağa kalktı, kapıya doğru yöneldi ve aralıktan uzatılan tepsiyi alıp, bize kahveleri sundu. Bir süre sonra da boş fincanları toplayıp, aralık kapıdan uzattı.

Yemeğe kalmamızı istemesine rağmen hatırladığım kadarıyla başka bir randevusu olduğu için ayrılmak mecburiyetinde kaldık. Yolda yürürken İngiliz hoca bana:

- Bir şeyler oldu ama anlayamadım. Bu büyük evde mutlaka hizmet eden insanlar vardır, ama onların hiçbirini görmedim, ayrıca o kahve seremonisine de bir anlam veremedim!

- Siz bizim için önemli bir kişisiniz, büyük hâlâ tarihe meraklıdır ve sizi tanır. Kahveyi onun sunması size gösterdiği saygının ifadesidir. Elbette herhangi bir hizmetli size kahve sunabilirdi, bu onun göreviydi, ama size saygı duyulan bir evde bu iş ev sahibine düşer, bilmem farkına vardınız mı, siz sade kahve istediniz ve öyle geldi, ben eminim ki o sırada kapının dışında iki üç kişi ne arzu ettiğinizi duymak için bizi dinliyordu. Ben ise ne istediğimi söylemedim, çünkü sizin yanınızda benim farklı bir şey istemem doğru olmazdı.

- Şimdi bir kez daha doğunun ince yaşam kültürünü yaşayarak gördüm.

“Misafirler gittikten sonra, ağır demir zincirlerle bağlı İranlı bir köle, ağaç bir kap dolusu haşlanmış balık ve yoğurt getirdi. Han Can'ın büyük oğlu Baba Can, bu kabı kölenin elinden alarak önümüze koyduktan sonra alt tarafında olan babasının yanına oturdu.” (s. 83).

Gerek Arminius Vámbéry'in yaşamı gerekse onun Orta Asya Gezisi merakla okunacak, günümüz için ders alınacak bir gerçek öyküdür.

Arminius Vámbéry, Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, Çev. Abdurrahman Samipaşazâde Abdülhalim, Haz. N. Ahmet Özalp, İstanbul, 2018.