Dan Kavanagh takma ismiyle polisiye romanlarıyla da tanınan Booker Ödülü sahibi Barnes, geçtiğimiz gün yazar Eylül Görmüş ile yaptığı röportajında Türkiye'de yaşanan felaket nedeniyle üzüntülerini paylaştı. Barnes, kurmaca, roman, edebiyatta aşk ve ölüm, tarih, hafıza ve hakikate dair kendisine yöneltilen soruları cevaplandırdı.
Görmüş'ün, Julian Barnes ile yazılı olarak düşüncelerini aktardığı röportajından önemli başlıklar...
ROMAN SANATI, KURMACA VE GERÇEK
Bence kurmaca –en iyi kurmaca– güçlü bir illüzyon içerir, tıpkı şehrin ortasında bir sanat galerisinde olmamıza ve baktığımızın resim olduğunu bilmemize rağmen bazı harika tabloların bizi gerçeği gördüğümüze ikna etmesi gibi. Aynı şekilde, bir romana başlarız ve eğer iyiyse hemen karakterlerin gerçek olduğuna inanırız; hem kafamızın içinde hem dış dünyada vardırlar ve onların başarılarıyla duygulanmaya veya ıstırapları ile hüzünlenmeye hazırızdır. Yani evet, sanatın tüm biçimlerinin temel işlevi bize bir yönüyle hakikati göstermektir; biçime özgü olarak bazen daha soyut, bazen daha yavan – ancak başka bir biçimde de ifade edilemez şekilde.
İYİ SANAT ZAMANI AŞABİLİR BAŞKA DUYGULARI ANLATABİLİR
İşte bu da neden iyi sanatın zamanı aşabildiğini, başka bir diyarda ve dilde, yüzyıllar önce gerçekleşmiş ve aslında hiç var olmamış birinin başına gelen şeylere duygulanabilmemizi sağladığını açıklar. Bu bence sihirdir, sihrin başarısıdır. Ve illüzyon sıklıkla onu inşa eden kişiyi de şaşırtıp memnun eder. İlk romanım Metroland'i hatırlıyorum. Londra banliyösünde yaşayan, benden çok da farklı olmayan genç bir adamın genel kaygılarını anlatıyordu. Birkaç yıl sonra benden 20 yaş büyük, Black Forest'ta büyümüş Alman bir kadınla tanıştım, bana dedi ki, “Benim için de aynen böyleydi!” Şoku atlattığımda anladım ki, eğer kitabınız hakikate dayanıyorsa, nüfuz etmenin bir yolunu buluyor. Ve bu sanatın diğer biçimleri için de geçerli. Yıllar önce muhteşem bir İran filmi olan Bir Ayrılık'ı seyrettiğimde hissettiklerim gibi: Filmin başlarında “Ne kadar enteresan, dinamiklerini anlayamadığım, bana yabancı bir kültür” diye düşünürken film bittiğinde kendimi “Ama bu insanlar aynı bizim gibiler ve dahası, biz de aynı onlar gibiyiz” diye düşünürken bulmuştum.
"POST TRUTH-HAKİKAT ÖTESİ VE İNTERNET
Ben post-truth teriminden rahatsız oluyorum, bu bana biraz kibirli ve ümit kırıcı görünüyor. Geçmişe üstünkörü bir bakış atmak bile, zaten hiçbir zaman hakikat çağında yaşamadığımızı gösteriyor bize. Eskiden bizleri yönetenler –krallar, papalar ve zengin adamlar– hiç bize hakikatten bahsettiler mi? Hakikat tıpkı para gibi kendilerine sakladıkları bir şeydi ve eğer alt sınıftan biri hakikati konuşursa cezalandırılır, belki öldürülürdü. Şimdi yeni olan ise dünyanın kimi yerlerinde bizi yöneten yalancıları açığa çıkaracak kadar özgürlük olması. Donald Trump iktidardayken New York Times söylediği her yalan için çetele tuttu. Eskiden sultanların ve kralların New York Times'a denk bir şeyin var olmasına bile izin vereceğini zannetmiyorum. Evet, internet yalanların saçılmasına sebebiyet veriyor, ama aynı zamanda onların düzeltmelerinin de yaygınlaşmasını sağlıyor. Bence üzerimizde güç sahibi olanların hakikatin ne olduğunu bize söylemesindense bu yol daha iyi. Gazetecilik ve roman karşılaştırması konusundaki anekdotuma gelince, söylemek istediğim aslında şu: Gazetecilik makalelerimi ilk okumada hemen anlaşılmak üzere yazarken, kurmaca eserlerimde okurun kitabı bitirdikten sonra belki ilk okumada anladıklarından daha fazlası vardır diye onu tekrar ziyaret etme arzusu duyacaklarını umarak yazıyorum.
"SAHTEKARLAR HER ZAMAN VARDI! SADECE BUGÜNLERDE YENİ VERSİYONLARIYLA KARŞI KARŞIYAYIZ"
Ama sahtekârlar, dolandırıcılar, hilekârlar ve fırıldaklar her zaman vardı! Sadece bugünlerde daha yeni versiyonlarıyla karşı karşıyayız. Bence asıl sorun insanların teknolojik ilerleme ile ahlaki ilerlemeyi karıştırması. İnternet ve ona eşlik eden tüm güzellikler yalnızca teknolojik gelişmenin birer ürünü, tıpkı 19. yüzyıldaki demiryolları gibi. Hem Flaubert hem de Ruskin demiryollarının ahlaki gelişime katkı sunacağı fikrini reddetmişti, çünkü bu yeniliğin sadece “bir kasabadaki budalanın başka bir kasabaya daha hızlı gidip orada başka bir budala ile daha fazla budalalık yapmasına” imkân verdiğini düşünüyorlardı. İngiltere İngiltere'ye Karşı'dan bahsetmenize sevindim (ki Britanya'nın Avrupa Birliği'nden atılmaktansa orayı terk ettiğini anlatan bir kitaptır). Bence ‘kopya', ‘sahteye' göre daha iyi bir kelime burada. Las Vegas'a giden Amerikalı turistler (en aptalları dahil olmak üzere) Venedik'in bir kısmının kopyasını bulabildiklerini görünce “Ah, işte eski acayip Avrupa'dayız” diye düşünmüyorlar; bu sadece külfetsiz turizm. Deep fake seçim ekseninde düşününce kesinlikle daha endişe verici, evet ama o zaman da şu soru doğuyor: Geçmişte seçimler dürüst adamların temizce dövüştüğü bir şey miydi ki? İngiltere'de kesinlikle böyle değildi.
"TARİHTE HER ZAMAN YENİ BAKIŞ VE KANITLAR ŞEKİLLENİR"
George Orwell tümden nesnel bir hakikati bulmanın imkânsız olduğunu yazmıştı, ama o % 51 (varsayalım ki) her zaman % 49'dan daha iyidir. Yani o ulaşılmaz % 100'e varmanın imkânsız olduğunu bile bile çaba göstermek zorundayız. Romanımdan bu cümleyi alıntılamanıza çok memnun oldum; apansız gözü açılmış gerçek bir tarihçinin ağzından çıkmış gibi tıpkı, öyle değil mi? Değil elbette, onu ben uydurdum. Bence tarihçiler (çoğunlukla) hakikatin en nesnel haline ulaşmak için çabalıyorlar; ama bir yandan da şunların farkındalar: a) asla ona ulaşamayacaklar, b) ‘tarih' hiçbir zaman tamamlanan bir şey değildir, her zaman yeni bakışlar ve kanıtlar ile şekillenmeye devam eder. Ayrıca, ben her zaman kitabının bir yerinde “bilemeyiz…” diyen tarihçiye veya biyografi yazarına güvenirim.
"BELLEĞİN KİMLİK OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜŞÜMDÜR"
Evet, dünya aslında kendi öznelliklerinden bir araya gelen bir nesnellikken onun berrak, anlaşılır, güvenilir ve değişmez olmasını arzu ediyoruz. Oysa ki kendi gözlerimiz ve belleğimiz dahi şüpheli. Ve açıkçası yaşlandıkça belleği daha da şüpheli bulmaya başladım; ama elimizde olan tek şey bu, biliyorum. Geçen hafta ciddi sonuçlar doğurabilecek bir problem sebebiyle hastanede geçirdiğim bir günü yazıyordum; çeşitli nedenlerle aynı zamanda yazılmış dört kadar yazılı metin var (defterlerde, günlüklerde, vs.); hepsi de kısmen doğru; ama keşke gerçeğin büyük bir kısmını yansıttığından emin olabileceğiniz bir tane olsaydı. Halbuki gerçeğe yaklaşmak için bu dört metni bir araya getirmek ve onları iç içe geçirmek zorundasınız ve o zaman dahi deneyimlediğim şeyin tamamına erişmeniz mümkün olmayacak. Ve evet, her zaman belleğin bir kimlik olduğunu düşünmüşümdür; üstelik kendi belleğim bozulmaya başladığından beri buna daha da çok inanıyorum (ah, unutup durduğum o isimler!). Yine de ömrümdeki en tehlikeli yıllara yaklaştıkça, bunamış olanın bir kimliği olmadığına artık inanmıyorum. Bellek değişiyor ve belki de hem kendimiz hem başkaları için ulaşılmaz bir şeye dönüşüyor; ama o insanlar başka birine dönüşmüyor – büyük yaralar almış olsa da kimlik hâlâ orada, korunur durumda bence.
YENİ ROMAN, ANTİ ROMAN, POST-MODERN ROMAN TARIŞMASI
Tahmin edebileceğiniz gibi, evet, geçtiğimiz 40 yıl boyunca çeşitli isimler ve etiketlerle adlandırıldım. Bunlar arasında favorim (çünkü bence çok anlamsız) “pre-post-modernist” idi. Etiketler fazlasıyla beyhude bence, sadece müphem bir analiz için kolaylık sağlıyorlar. Yeni roman için ise çok fazla vakit ayırmadım açıkçası, zira kurmacaya bir sürü kuram boca etmenin çok kötü bir fikir olduğuna inanıyorum. Kendi eserlerime gelince, onlara bütünlüklü bir resim olarak geri dönüp bakmayı veya nasıl bir ‘yolculukta' olduğumu hayal etmemeyi tercih ediyorum. Sadece bir kitaptan sonra ötekini yazarım. Ve evet; ister nevrotiklikten ister sıkılma korkusundan ister dünyanın başka bir parçasına duyulan hayati meraktan kaynaklansın, kitaplarım genelde birbirinden farklıdır – buna kafa yormamayı tercih ediyorum (çünkü bunu bilmenin bana hiçbir faydası yok).
Ben kesinlikle ve kesinlikle tam bir anlatıcıyım (narrativist). Kendimle ve geçmişimle bir bağ içinde olduğumu hissediyorum ve bu yüzden de kendi eylemlerimden mesulüm. Bu ayrımı da kendini mutlak bir surette olay anlatıcısı (episodicist) olarak gören ve anlatıcıların (narrativist) kendilerini kandırdığını düşünen eski ve yakın bir arkadaşımın, filozof Galen Strawson'un bir çalışmasında keşfetmiştim. Bu dikotominin yaşamı anlamada çok faydalı olduğunu düşünüyorum, insan davranışını analiz etmek için kullanışlı bir metot bence, yine de böyle bakmak pratik açıdan çok da büyük bir farklılık yaratıyor mu, emin değilim. Galen ve ben hayatlarımızı paralel eksenlerde yaşamışız gibi görünüyor, ama kendisi bir yemek davetini unutmasını “olay anlatıcısı” olmasıyla açıklamaya kalkmaz. Kendisi ayrıca özgür irademizin olmadığına inanır, ben ise olduğuna inanırım; ama o bunun hayatlarımızı nasıl yaşadığımız veya yaşamamız gerektiği konusunda hiçbir farklılık yaratmadığı ve zaten yaratmaması gerektiği konusunda beni temin eder.
"SANATÇILAR ACIMASIZDIR" SÖZÜ ÜZERİNE...
Evet, aynı fikirdeyim, hatta bu tanımınıza bir sonraki kitabımın arka kapağında yer verebilirim. İlk romanımı yazarken şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Tüm ailen ölmüş gibi yazmalısın.” Onların ölmesini istediğimden değil elbette, ama bir ata at gözlüğü takıp sadece önündeki yarışa odaklanmasını sağlamak gibi. Ve eğer bir şekilde hakikati hedefliyorsanız, bunun yolu bir yerlerdeki birilerini utandırmak veya onların huzurunu kaçırmaktan geçiyor. Yine de kitaplarım nadiren sansüre uğradığı için şanslı sayılırım. İlk romanım Güney Afrika'da Apartheid rejimi tarafından yasaklanmıştı ve son romanım da İngiltere Kilisesi tarafından sessizleştirilmeye çalışıldı (Bath Manastırı'nda konuşacaktım, ancak son dakikada orada hoş karşılanmayacağım söylendi bana). Ama pek çok yazarın yüz yüze geldiği gerçek sansür ile karşılaştırılınca bunlar gülünç ve hatta memnuniyet verici durumlar.
İRONİNİN KİTAPLARINDA VE HAYATINDAKİ YERİ
Açıkçası pek fazla şey söyleyemem, çünkü ironi benim bakış açıma o kadar içkin bir şey ki, objektif ve dışarıdan bakıp analiz etmem pek mümkün değil gibi. Sanırım ilk olarak aile, öğretmenler, gazeteler ve diğer resmî kaynakların bana ve benim yaşımdakilere bize gerçek veya yeterince gerçek gelmeyen şeyler söylediğini gördüğümde bir cevap olarak geliştirdim bu tavrı. İroni sayesinde bir perspektif geliştiriyorsunuz ve bir şeyleri olduğu gibi söylerken bir yandan da küçümsemeyi beceriyorsunuz. Galiba bu konuda yapabileceğim en somut izahat bu olur. Baskıcı veya dinci bir rejimde yaşayan insanlarda ironinin bu işlevini daha net biçimde görmek mümkün, ironi bu koşullarda daha da köklenir. Zamanın Gürültüsü adlı romanımda Shostakovich'in kelimeleri ve edimleri örneğin, tam bu çerçevede okunabilir.
FLAUBERT'iN "AŞK BİR BAKIMA ÖLÜME HAZIRLANMAKTIR"
Eh, ikisi de harika konular, öyle değil mi? Ölümün ve sonsuz, nihai yok olma mefhumu ile onun kışkırttığı dehşet duygusunun ilk farkına vardığımda sanırım 12 yaşındaydım. Olay anlatıcısı arkadaşım Galen Strawson benim çok önümdeydi, o konuyu 4 veya 5 yaşındayken idrak etmişti. Ve ayrıca, tahminimce, 12 yaşındayken nasılını veya nereden gelebileceğini anlamaksızın aşka dair de bir özlem duymaya başlamıştım. Doğal olarak kurmaca eserlerden bazı fikirler edinmiştim ve doğal olarak bu fikirlerin bazıları epey yanıltıcıydı! Evet, aşk bir bakıma olası bir ölüme hazırlanmak, sevilen kişiyi kaybetme ihtimalini kabul etmek demek. Ama sevmenin sizi kendi ölümünüze hazırladığını hiçbir şekilde düşünmüyorum.
AŞK HAKİKATLE Mİ MUTLULUKLA MI İLİŞKİLİ?
Bu asla cevaplanamayan bir bilmece, değil mi? Ben her zaman aşkın hakikate muhtaç ve hatta ona içkin olduğuna inanmışımdır; yani âşıkken gerçeği daha fazla görürsünüz, daha gerçek konuşursunuz. Ayrıca, aşkın sizi mutluluğa götüreceğini umut edersiniz. Bazen götürür, bazen götüremez ve eğer başarısız olursa bu gerçeği görmenin veya gerçeği konuşmanın başarısızlığı değildir. Bazen gerçeği konuşmak aşka zarar verebilir, hatta onu yok edebilir; bazen bir illüzyon, bazen de bir sanrı gerekir insana. Cevapları bilmiyorum, açıkçası tam da bu yüzden bu konuda yazmaya devam edebiliyorum. Kimileri kendilerini kandıranların mutlu olma olasılığının aşkta gerçekliği arayanlardan daha fazla olduğunu söylüyor. Bence bu rahatsız edici bir düşünce.
TARİH-BİYOGRAFİ-KURGU: KIRMIZI GİYSİLİ ADAM
Kesinlikle! Basılmış bir kitabı olan bir yazar olarak ilk kez 30'larımda Fransızların “kendi derisinde rahat olmak” dediği şeyi hissettim. Yazar olmak kendimi ve dünyayı kavrayışımda merkezî bir rolde bulunuyor. (Eklemek isterim ki Julian raporumun sizin denetiminizden geçmesine de memnun oldum; kendisi olağanüstü bir figür). Yine de bir noktada ‘yazar olmak' değil de ‘yazar olmuş olmak' olasılığı ile yüzleşmem gerekiyor. Ölümü kast etmiyorum, sadece söylemem gerekenleri söylemeyi bitirmiş olmayı kabul etmeyi kast ediyorum. Sıkıcı olmak korkunç olurdu. Ancak bence yazmaya devam ettiğim sürece biçimle oynamak ve hibrit kitaplar yazmak konusunda kendimi özgür hissedeceğimi hayal ediyorum – bazı muhafazakâr Britanyalı eleştirmenleri gıcık etmek pahasına!
KENDİNDEN DE BAHSETTİĞİ KİTAPLARI
Haklısınız, işimle ilgili konuşurken nadiren kendi özel hayatıma değinirim. Bunun gerekli olduğunu da düşünmüyorum – sonuçta seçimlerde adaylığımı koyuyor filan değilim. Bence ben toplumsal bir figür değilim, en önemli toplumsal çıkışlarını okurlarının zihinlerinde ve kalplerinde yapmış sıradan bir kişiyim (yine de bazen radyo ve televizyonda da rastlanabilirim). İşimi ve hayatımı ayrı tutmayı tercih ediyorum. Diğer yandan, bildiğiniz gibi, Korkulacak Bir Şey Yok veya Hayat Düzeyleri'nin üçüncü bölümünde benimle ilgili şeyler bulabilirsiniz – aşka ve ölüme dair şeyleri de, elbette.
k24