Fransızca aslından çeviren: Halit Bağmancı
Yayına hazırlayan: Mehmet Gündoğdu
Not: Jean Baudrillard, Le Nouvel Observateur'den (19 — 25 Haziran 2003) Aude Lancelin'e bu mülakatı verdi.
“Simulakrum hipotezi, gerçeğe dönüşmekten çok daha ötesini hak ediyordu.” [1]
Le Nouvel Observateur: Matrix'in yönetmenlerinin filmlerinde kullandıkları kaynaklar arasında gerçek ve sanal olan (le virtuel) hususundaki düşünceleriniz de yer alıyor. Matrix 1'de size açıkça atıfta bulunuluyor ve hatta bir sahnede Simülakrlar ve Simülasyon [2] kitabının kapağı görülüyor. Bu duruma şaşırdınız mı?
Jean Baudrillard: Ortada bir yanlış yorumlama olduğu muhakkak, sırf bu sebepten bugüne değin Matrix hakkında konuşup konuşmama konusunda tereddüt ettim. Wachowski biraderlerin çalışanları birinci kısmın yayınlanmasının ardından beni sonraki bölümlere dahil etmek için kaç kere ulaştılar bana, fakat akıl alır şey değildi böyle bir işe girişmem! (gülüyor) 1980'lerde New York'taki Simülasyonist [3] sanatçılar yine böylesi bir yanılgıya kapılıp bana ulaşmışlardı. Bu adamlar sanal olanın hipotezini çürütülemez bir olgu yerine koyup bu hipotezi gözle görülür bir fantazmaya dönüştürüyorlar. Fakat şu var ki ortaya çıkan bu evrende sanal olanın hususiyetlerinden bahsetmek için gerçeğin kategorilerini kullanmamız artık mümkün olmaz.
Baudrillard: Orası öyle, fakat zaten gerçek ve sanal olan arasındaki gitgide ortadan kalkan bu farkı işleyen pek çok film mevcuttu: The Truman Show, Azınlık Raporu ve hatta David Lynch'in şaheseri Mulholland Çıkmazı. Matrix'in değeri hususen bütün bu filmlerin uç bir sentezi olmasında yatmaktadır. Fakat Matrix'teki yapı/sistem/düzenek (dispositif) daha basit kalıyor ve meseleyi hakkıyla ortaya koyamıyor. Ya karakterler matrisde, yani şeylerin dijitalleştirildiği sistemin içindeler ya da direnişçilerin şehri Zion'da olduğu gibi tamamen matrisin dışındalar. Oysa bu iki dünyanın birleştiği yerde neyin vuku bulacağı gösterilse ilginç şeyler çıkardı ortaya. Fakat bu filmdeki esas sıkıntılı taraf, simülasyonun ortaya çıkardığı bu yeni problemin Platon'da denk geldiğimiz o klasik illüzyon problemiyle karıştırılmasıdır. İşin burasında vahim bir yanlışlık söz konusu. Dünyayı asıl itibariyle illüzyon olarak görme meselesi bütün büyük kültürlerin karşılaştığı bir problemdir, öyle ki bu kültürler bu problemi sanat ve sembolleştirme yoluyla çözmüşlerdir. Bizse bu ıstıraba dayanmak için artık gerçeğin yerini alan, gerçeğin nihai çözümü olan simüle edilmiş bir gerçek, yani tehlikeli ve olumsuz olanca şeyin tasfiye edildiği sanal bir evren uydurduk. Matrix'in bu evrenden hiçbir farkı yok! Düşün, ütopyanın, fantazmanın alanına ait ne var ne yoksa Matrix'de göz önüne serilmekte, “gerçekleştirilmekte” [“gerçeklik kazanmakta”]. Tekmil bir şeffaflığın içindeyizdir. Bu açıdan Matrix tam da matris hakkında matrisin üretebileceği türden bir film.
Baudrillard: Matrix 2'deki dikkati epey çeken husus, seyircinin o muazzam özel efekti başka bir tarzda anlamasına imkân verecek en ufak bir ironinin yer tutmamasıdır. Roland Barthes'ın bahsettiği şu punctum'a —insanı hakiki bir imajla karşı karşıya getiren o vurucu şeye— haiz olacak tek bir sekans yoktur ortada. Zaten filmi öğretici bir semptom ve gerçekle imgesel olanın arasında hiçbir farkın kalmadığı bu ekran teknolojileri evreninin esas fetişi hâline getiren de budur. Matrix bu bakımdan oranın yahut buranın olmadığı, hem saf hem de sapık, saçmalığa varan bir nesne olup çıkmaktadır. Filmin sonunda konuşan sözde-Freud bunu pek güzel ifade ediyor: Bir vakit geldi ve anomalileri denkleme dâhil etmek için matrisi yeniden programlamak mecburiyetinde kaldık. Siz direnişçiler de matrisin bir parçasısınız. Dolayısıyla, öyle görünüyor ki dışarının olmadığı tastamam sanal bir muhitin (circuit) içindeyiz. Gerçi bu hususta da teorik açıdan farklı düşünüyorum ya! (gülüyor) Matrix bugün gördüğümüz gibi tekelci bir mutlak gücün imajını ortaya koyuyor ve böylece bu mutlak gücün değiştirilmiş imajının tebarüz etmesine yardımcı oluyor. Esasında bu imajın dünyaya yayılması da bizzat filmin bir parçasıdır. [4] Bu konuda McLuhan'ın şu sözünü anımsamakta yarar var: “Vasıta/vasat [araç/ortam] mesajın ta kendisidir.” Matrix'in mesajı habire palazlanan ve zapt edilemeyen bir bulaşma yoluyla bizzat kendisinin yayılmasıdır.
Baudrillard: Yaşadığımız çağı bunca baskıcı kılan da budur. Sistem göz aldatması aracılığıyla —eskimenin [5] sanayi ürünlerine dâhil edilmesi gibi— gösteri ürünlerine yerleştirilen bir olumsuzluk üretir. Hem zaten her türlü hakiki alternatifin önünü almanın en etkili yolu da budur. Artık bu dünyayı derinlemesine tetkik etmek için ortada dayanılabilecek dışsal bir Omega noktası yahut karşıt bir faaliyet yoktur; artık safi büyülenmeye dayanan bir bağlanma söz konusudur. Gelgelelim, âgâh olmak gerekir ki bir sistem mükemmelliğe ne denli yaklaşırsa, büsbütün mahva da o denli yaklaşır. Hiçbir şeyin belli olmadığını imleyen nesnel bir ironi biçimidir bu. 11 Eylül hâdisesinde de durum aynen böyledir. Terörizm alternatif bir güç değildir, Batının elindeki gücün handiyse mahvına sebep olacak şekilde böylece kendi kendisine dönmesinin metaforundan ibarettir. Vaktiyle de etmiştim bu lafları, lakin pek kabul görmemişti. Ancak, bütün bunların karşısında nihilist yahut pesimist bir tavır almanın âlemi yok. Sistem, sanal olan (le virtuel), matris… belki de bütün bunlar tarihin çöplüğüne geri dönecek. Zira tersine çevrilebilirliği (le réversibilité), meydan okumayı ve ayartmayı ortadan kaldırmak mümkün değildir… [6]
Dipnotlar: