Uzak Doğu'dan Asya'ya, devamında günümüze kadar estetik yazı şekli olarak karşımıza çıkan kaligrafi, İslami kültür ve çevresinde hat ya da hüsni-hat olarak tanımlanıp gelişmiştir.
Türkler bu sanatı ele alıp zirveye taşırken yazıdaki üstünlüğünü de tüm dünyaya kanıtlamıştır.
İşte hat sanatının gelişim evrelerinden satır başları:
Hüsnü hat ya da kaligrafi
Arapça ‘hatt' mastarından türeyen yazı, çığır, yol anlamlarına gelen hat kelimesi, terim olarak “Arap yazısını estetik ölçülere bağlı kalıp güzel bir şekilde yazma sanatı (hüsn-i hat)” anlamında kullanılmıştır. Kaynaklarda genellikle cismani aletlerle meydana getirilen ruhani bir hendesedir” şeklinde tarif edilen hat sanatı, bu tarife uygun bir estetik anlayış çerçevesinde yüzyıllar boyunca gelişerek süregelmiştir.Batıda hüsn-i hat karşılığında calligraphy (kaligrafi) kelimesi kullanılmaktadır.
Ümmetin ortak değeri olmuş
Önce Araplar tarafından kullanılan Arap yazısıyla anılan hat, hicretten birkaç asır sonra İslam ümmetinin ortak değeri haline gelmiş ve İslam hattı vasfını kazanmıştır. İslamiyet'ten önceki asırlara ait Arapça kitabeler üzerinde yapılan araştırmalar, Arap yazı sisteminin aslen Fenike yazısına bağlanan bitişik Nebat yazısının devamı olduğunu ortaya koymuştur.
H.Z Ali döneminde yaygınlaştı
Mekke ve Medine'ye yayılmadan önce ve sonra çeşitli adlar alan Arap yazısı önce cezm adıyla anılmaya başladı. Medine'de Medeni ismini alan yazı zamanla iki üsluba ayrıldı. Dikey harfleri uzun ve sağdan sola meyilli olana Mail, yatay harfleri fazlaca uzatılana Meşk adı verildi. Hz Ali'nin Kufe'yi merkez yapmasından sonra burada büyük gelişme gösterdi ve Kufi adını kazandı. Bu tarihten sonra Kufi sözü, genel bir anlam kazanarak İslamiyet'in doğuşundan Abbasiler devrine kadar Mekki, Medeni gibi isimli yazıların yerine de kullanıldı.Kufi'nin kullanılması Abbasiler zamanında 150 yıl sürdü.
Abbasiler'den Türkler'e geçişi
Abbasilerin, 1258 yılında tarih sahnesinden silinmesinden sonra yazıda üstünlük Türk ve İranlı hattatların eline geçti. İranlı hattatlar aklam-ı sitteyi kendi anlayışlarına göre yazdılarsa da Yakut'un üslubundan ayrılmadılar. Osmanlı Türkleri ise hat sanatında erişilmesi mümkün olmayan üstün bir ekol kurdular. 16. yüzyılda Osmanlı-Türk hattatlarının babası sayılan Şeyh Hamdullah aklam-ı sitte'ye o zamana değin ulaşılamayan bir güzellik ve olgunluk getirdi.
Hafız Osman ile yeni bir süreç
17. yüzyılın ikinci yarısında Hafız Osman, Şeyh Hamdullah'ın üslubunu bir elemeye tabi tutarak kendine has bir hat üslubu ortaya koydu. Hafız Osman'ın hat sanatına açtığı çığır bütün haşmetiyle sürüp giderken bir asır sonra İsmail Zühdü ve kardeşi Mustafa Rakım, onun yazılarından ilham alarak kendi şivelerini oluşturdular. Mustafa Rakım, sülüs ve nesih yazılarında olduğu gibi celi sülüste de özellikle istif mükemmeliyetiyle bütün hat üsluplarının zirvesine çıktı ve Hafız Osman üslubunu sülüsten celiye aktarmasını başardı.
Öğrenmek için İstanbul'a koştular
Mustafa Rakım'dan sonra gelen celi üstadı Sami Efendi, İsmail Zühdü'nün sülüs harflerini celiye tatbik ederek Mustafa Rakım Efendi'nin yoluna yeni bir yön vermiştir.İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra hat sanatının ölümsüz merkezi olmuştur. Bütün İslam dünyasında tartışmasız kabul edilen bu gerçek en güzel biçimde şu sözlerle ifadesini bulmuştur: “Kur'an-ı Kerim Hicaz'da nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı.” Bütün İslam alemi hat sanatını öğrenebilmek için İstanbul'a koşmuştur.
Ekol olan isimler
Ekol olmuş Türk hattatlarının bazıları; Şeyh Hamdullah, Ahmed Karahisari, Hafız Osman, Mustafa Rakım, Mahmut Celaleddin Efendi, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi'dir.