MİT eski Müsteşarı Emre Taner, teşkilatın 80'inci kuruluş yıldönümünde yaptığı önemli açıklamalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin paradigmasını değiştirmemesi durumunda Cumhuriyet'in 100. yılını kutlayamayacığını ifade ediyor ve kısaca paradigma değiştirmezsek “dağılırız” diyordu.
Çözüm olarak da Taner şunları ifade ediyordu: “Öte yandan jeopolitik ve stratejik konumu itibariyle oldukça zor bir coğrafya üzerinde bulunan Türkiye için güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika ve caydırıcı bir askeri yapılanma şeklinde adlandırabileceğimiz çok sağlam üç ayağa sahip olmak bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.”
Dikkat ederseniz Taner'in ifade ettiği söz konusu üç ayak bugün en çok mücadele edilen yapı olarak karşımıza çıkıyor.
Şunu artık anlamamız gerekiyor; devlet, Kürt sorununda kendi geleneksel paradigmasını değiştirdi, ‘terör örgütü lideri' ile müzakere etti ve bu siyasi risk olarak AK Parti'ye oy kaybettirmedi bilakis kanın akmamasından dolayı toplum rahat bir nefes aldı ve bunu destekledi. Bu sırada devlet caydırıcı gücünü göstermediği gibi PKK da, bu iyi niyeti kötü kullandı. Şehirlerdeki politik hükümranlığını sürece yakışmayacak şekilde pekiştirmeye çalıştı.
Emre Taner'in açıklamaları sonrasında, biz yürütülen süreci bir devlet politikası olarak biliyorduk, ancak bugün geldiğimiz noktada bunun bir devlet politikası olup olmadığına kuşku ile yaklaşılmaya başlandı. Erdoğan'a yakın isimlerin açıklamasından sanki mesele başkanlık meselesiyle alakalıymış izlenimi çıkmaya başladı ve açıkça böyle bir hava oluştu. Bu konuda meselenin ne olduğu topluma tekrar anlatılmalıdır.
Diğer taraftan PKK açısından da tek karar vericinin Öcalan olduğunu biliyorduk ama PKK'dan gelen son açıklamalara baktığımızda bunun böyle olmadığını gördük. Öcalan'ı da dinlemeyeceğini ifade eden üst yapı KCK da, açıklamalarıyla karşımızda duruyor.
Bu işin silahla çözülmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Bu biliniyor diye silahla bölgede hegemonya kurulması, insan kaçırılması, öldürülmesi vb. olayları hoş görmeyi süreç adına kimse beklememeli. PKK şiddetle devleti buyur etti ve devlet PKK'nın davetine icabet etti. PKK nasıl devleti, asker ve polis öldürerek şiddete tekrar çağırdıysa aynı şekilde silahı susturarak, devleti de silah susturmaya çağırmalıdır.
Dikkat edilirse gerek Irak Kürdistan Bölgesi'ne giden dışişleri yetkilileri, gerek Barzani, gerek Davutoğlu net bir biçimde PKK'nın silahları susturması gerektiğini ifade ediyor hatta hükümet çekilme sonrasında yeniden diyaloğa başlayabileceklerini ifade ediyor. Kimse PKK'ya “Siz silahı bıraksanız da biz sizi bombalarız, operasyon yapacağız” demiyor. Bunu çok iyi anlamak gerekiyor.
Hükümetin de bir oyunu bozması gerekli. Hepimiz biliyoruz ki HDP, PKK'nın oluşturduğu zemin üzerine siyaset yapmaya çalışıyor ve PKK ile kendi arasına mesafe koyma noktasında vicdanları rahatlatamıyor. Hepimizin HDP'den beklentisi, PKK şiddetini kınaması ve buna göre tavır alması. Hükümet de bu tavır noktasında PKK'dan çok HDP'yi hedef tahtasına koymamalı ve bu şekilde PKK'nın siyaset üzerinde tahakkümüne izin vermemelidir. Ne kadar yanlış yaparsa yapsın, ne kadar vicdanları rahatsız ederse etsin, HDP ısrarla meclis ve siyaset içerisine çekilmelidir. Zaten siyasette vatandaşın verdiği emaneti HDP silaha teslim ederse o zaman vatandaş dönüp, “Madem siz bunları yapacaktınız ne diye bizden oy istediniz” demeyecek mi? Sokakta bunlar fazlasıyla dillendirilmeye başlandı.
Kısaca, silahın siyaseti teslim almasına asla müsaade etmemeliyiz. HDP'den şiddetle arasına mesafe koymasını istemeliyiz, hükümetin yanlışlarını düzelterek sürece devam etmesini, temel hak ve özgürlükleri pazarlık konusu yapmadan hayata geçirmesini istiyoruz. Devlet hala değişen paradigmasında duruyorsa, PKK'nın da paradigma değişikliğine bir an önce gidip silahları susturması gerekiyor. 80 vekili silahın namlusuna mahkûm etmek o vekillere oy veren 6 milyon insanı da kandırmak gibi algılansa da bu PKK'nın kendini kandırmasıdır.