Bugün Avrupa'da ciddi bir anti-Esedizm, anti-Putinizm, anti-İranizm ya da anti-Sisizm görülmediği halde neden radikal bir anti-Erdoğanizm dayanışması yaşanıyor?
Milyonlarca insanın göçünün ve katliamının müsebbibi olan Esed'in zulümleri karşısında neden hepsi sessiz?
Mısır'da zorbaca bir darbeyle yönetimi ele geçirip seçilmiş eski yönetime ve seçmenlerine kan kusturan Sisi cuntası neden el üstünde tutuluyor?
Myanmar'daki Arakan soykırımın halen faili durumunda olan Başbakan Ang San Suu Kyii'nin Nobel Barış ödülünü halen neden hiçbir Batılı sorgulamıyor?
Elbette bu gibi sualleri çoğaltabiliriz ancak meselemizin özünden uzaklaşmamak için hayati bir suale odaklanmamız gerekiyor.
Ülkemizde de yansımaları görülen Batıcıl Erdoğan karşıtlığının sebebi, Erdoğan'ın şahsi/politik kötülükleri midir yoksa bizatihi Türkiye'nin tam da kendisi midir?
Avrupa aslında Türkiye'yi çok seviyor, onun gelişmesini bütün ruhuyla arzuluyor, Erdoğan da Türkiye'nin gelişmesini engelliyor da ondan mı “kötü Erdoğan” algısı üretilip yayılıyor?
Aslında Batı'nın Türkiye meselesi Erdoğan'la birlikte başlamadı. Örneğin; 1789'da Avusturya ile Rusya'nın ittifak kurarak Osmanlı'yı yendiği Boze muharebesinin Erdoğan'a karşı yapıldığını söyleyemeyiz.
Fransa'nın galip geldiği Abukir savaşında (1799), ya da yine Osmanlı'nın yenilgiyle uğradığı Rusya-Osmanlı Arpaçay Muharebesi (1807) sırasında da Erdoğan'ın bulunmadığı açıktır.
İngiltere, Fransa ve Rusya ordularının Navarin Deniz Muharebesinde (1827) Osmanlı donanmasını yok ettiği sırada da Erdoğan yoktu.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşlarında, 1912'de Batı'nın desteklediği kimi Balkan devletleriyle gerçekleştirilen Birinci Balkan Savaşında, Batılıların tek vücut olarak Osmanlı topraklarına hücum ettiği 1. Dünya Savaşında da Osmanlı'nın başında Erdoğan bulunmuyordu.
1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan ve Türkiye'nin paylaşılmasını hedefleyen Sykes Picot antlaşması sırasında da Erdoğan daha dünyaya gelmemişti.
1919-1922 yılları arasında Batılıların Türkiye topraklarını ele geçirme hamlesi de Recep Tayyip Erdoğan'a karşı gerçekleştirilmiş bir hamle değildi.
Bütün bu örnekler, Batı'nın Türkiye'yi öyle çok sevmediğini, hele de Türkleri sözde bir diktatörden kurtarmayı asla istemeyeceklerini açıkça gösteriyor. O dönemlerde Erdoğan da olmadığına göre Batı'nın asıl derdi Erdoğan olamaz.
Her fırsatta Osmanlı ve sonrasında da Türkiye topraklarını paylaşma arayışına giren Batı bir anda ne oldu da Türkiye karşısında sessizliğe büründü?
Aslında olan şuydu. Yeni Türkiye'nin hem bilimsel hem de teknolojik açıdan zirveleşen Batı'yla mücadele edecek gücü, inancı ve takati kalmamıştı.
Bu nedenle, herodyanist bir Batılılaşma yoluna girildi. Bu sayede Batı'nın Türkiye hakkındaki emellerinden emin olunacak ve Batı'nın gelişmişliği de ülkeye ithal edilmeye çalışılacaktı.
Artık Türkiye, Batı karşısındaki yüzlerce yıllık öznelik ve daha sonraki özdeşlik iddialarından vaz geçmiş, Batı'nın nesnesi olmayı açıkça kabul etmişti.
Elbette Batı, gönüllü bir şekilde kendi kültür, medeniyet ve teknoloji tahakkümüne giren Türkiye ile eski yöntemlerle mücadele edemezdi.
Batı'nın binlerce yıldır beklediği an gelmişti. Fırsat bu fırsattır deyip, bütün kültürel, felsefi, medenî hastalıklarını Türk milletine bulaştırdı.
Bu durum kimi özneleşme arayışlarına rağmen, 2010'lu yıllara kadar böyle devam etti. Bilhassa 2013'teki Gezi İsyanı ve ardından 17/25 Aralık ihanetlerinden sonra Erdoğan, meselenin Batı açısından ne oranda ciddi olduğunun farkına vardı.
Açıkça Türkiye'nin özneleşmesi istenmiyordu. Batı, Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'yi özneleştirmek istediğinin farkına varmış ve bundan rahatsız olmuştu.
Batılıların arzusu, Türkiye'de –kendilerinin bile izin vermediği- çılgın bölünme hareketlerini tetiklemek ve ülkenin mezhep mezhep, ideoloji ideoloji, etnik etnik parçalanmasını sağlamaktı.
Eğer 2002 öncesinde olduğu gibi Batı'nın çıkarlarını tehdit etmeyen bir Türkiye olmuş olsaydı, Batı'nın Türkiye'yi yönetenlerle, bu Erdoğan olsa bile, hiçbir sorunu olmayacaktı.
Yani aslında mesele Erdoğan meselesi değildir, Türkiye meselesidir. Erdoğan'ın suçu Türkiye'nin dizginlerini Batı'nın elinden kurtarmaya çalışmasıdır.
Batı'nın nesnesi olduktan sonra; Ortadoğu ülkelerinden birinde Kral da olsanız, Mısır'da olduğu gibi bir darbeci de olsanız, Suriye'de olduğu gibi yüz binlerce insanı katleden bir diktatör de olsanız bu durum Batı'yı asla rahatsız etmez.
Halbuki Erdoğan, ne iktidarı gasbetmiş bir diktatördür, ne halkına zulmeden bir darbecidir, ne kitlesel katliamlara karışmış bir savaş suçlusudur, ne de iktidarı babasından devralmış bir kraldır.
Erdoğan halkının büyük bir çoğunluğunun desteğiyle seçilmiş ve de milleti tarafından seçilmeye devam eden meşru bir liderdir.
Hatta Erdoğan Batı'nın değerleri açısından, Batı'da seçilen çoğu liderden daha meşru bir liderdir. Çünkü Türkiye'nin %52'si tarafından Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmiştir.
Batı, hiçbir demokratik meşruiyeti olmayan Fetö vd. Türkiye karşıtı örgütleri açıkça desteklediği halde, meşru lider Erdoğan'ı öcüleştirmektedir.
Halbuki bu örgütler, Erdoğan yokken de zaten var olan örgütlerdir. O halde bu örgütlerin hedefi Erdoğan değil, Türkiye'nin ta kendisidir.
Batı bütün bu örgütleri Erdoğan'ın varlığından önce de zaten desteklemiştir. O halde Batı'nın da hedefi Erdoğan değil, Türkiye'dir!
Erdoğan Türkiye'yi ele geçirmeye çalışan bütün oluşumları ciddi manada rahatsız ettiğine göre, o halde Türkiye'nin bu gibi örgütlerin eline geçişini etkili bir şekilde önlemiş olmalıdır.
Bu durumda Batı'nın da parlayıp cilaladığı Erdoğan karşıtlığı; “Ey Erdoğan, onlarca yıllık çalışmalarımızı boşa çıkarabileceğini mi zannettin? Türkiye bizim olacak. Onu özneleştirmene asla izin vermeyeceğiz” anlamına gelen bir çığlıktır.
Garip olansa, Türkiye'de yaşayan kimi insanların Batı'nın Türkiye'ye yönelik emellerinin gönüllü yardımcısı olmasıdır. Batı'nın hedefinin Erdoğan değil, Türkiye olduğunu bir türlü anlayamıyorlar.
İçlerine düştükleri anti-Erdoğanizm bataklığı, aslında Batı'nın oyalama ve uyuşturma taktiklerine gönüllüce kanmaktan başka bir şey değildir.
Batı'nın anti-Erdoğanizm kervanına katılarak Erdoğan'a düşman olmakla, Türkiye'ye nasıl bir faydalarının dokunacağını kendileri de bilemiyorlar aslında.
Sadece hiç düşünmeden nefret ediyorlar, düşmanlık besliyorlar, kin kusuyorlar… Tam da Batı'nın istediği gibi… Sunulan olumsuz algıları hiç sorgulamadan sahipleniyorlar.
Anlaşılmıştır ki Batı, geçmişte olduğu gibi Türkiye'yi yeniden ele geçirme ve paylaşma arayışlarına girmiştir. Batı'nın 100 yıl sonra yeniden Türkiye'yi işgal arayışlarına girişmesi şaşılacak bir durum değildir.
Halbuki biz, Batı'yı ele geçirip sömürgeleştirmeyi değil, Batı'nın da, Doğu'nun da özgürce varlığını sürdürdüğü adil bir medeniyeti inşa etmeyi düşlüyoruz.
Şaşılacak olan, Türk milletinin kimi fertlerinin -üstelik de vatansever/milliyetçi olduğunu söyleyen kimi fertlerinin- Batı'nın bu son oyununu göremeyişidir.
Öyle bir algı rüyasına dalmışlar ki, ne Türkeş'in Oğlu Tuğrul Türkeş, ne MHP'nin lideri Devlet Bahçeli, ne Yalçın Topçu, ne de Mustafa Destici onları uyandıramıyor.
Batı'nın derdinin Erdoğan değil de Türkiye'nin tam da kendisi olduğunu devletimiz elden gidince mi anlayacağız?
Batı, Erdoğan'ı hedef göstererek açıkça “tavşana bak, tazıya tut” diyor. Batı'nın asıl hedefi; bölünmüş, Batı'nın nesnesi olmuş, küresel hedefleri olmayan, zayıf bir Türkiye…
Brzesinski, Satranç Tahtası adlı kitabında da bu gerçekten başkasını söylemez aslında. Batı, bölgesel güç olma potansiyeli bulunan Türkiye gibi stratejik ülkeleri her türlü yolu kullanarak engellemeye çalışacaktır.
Batı'da geliştirilen Erdoğan karşıtlığının aslında, Batı'nın şuuraltındaki Türkiye'yi ele geçirme arzusunu ele verdiğini anladığımıza göre, dahil olacağımız cepheyi de iyi seçmemiz gerekiyor.
Ülkemizi Batı'nın nesnesi, -daha açık söylemek gerekirse kölesi- mi yapacağız; yoksa Türkiye'nin özneleşmesi için direnmeye devam mı edeceğiz?
Ben Batı'nın Türkiye'yi ele geçirme emelleri karşısında direnmeye: “evet” diyorum. Batı'nın vatanımı, istiklâlimi ve hayallerimi elimden almasına asla izin vermeyeceğim!