Türkiye dört bir taraftan kuşatma altında… Tanzimat'tan bu yana cesaret edilemeyen bir başkaldırıya imza attı çünkü. Kendi geleceğinin öznesi olmak istedi.
Böyle bir Türkiye'nin varlığı, İsrail'i memnun etmez. ABD'yi, Avrupa'yı ve hatta Rusya'yı memnun etmez.
Kimisi uzaklaşarak gösterir tepkisini, kimisi tepkisiz kalarak, kimisi de yaklaşarak. Yaklaşmak isteyenlere de fazla güvenmeyin bu arada.
Böyle bir Türkiye, sekülerizmin Ortadoğu'daki kimi kuklalarını da memnun etmez. Ancak bütün bu memnuniyetsizliklere rağmen Türkiye, yoluna devam edecek görünüyor.
Türkiye'ye yaklaşma görüntüsü verenlerin amacı da, bölgesel bir güç haline gelmekte olan Türkiye'yi poh pohlamak değil, kontrol altında tutmaktır. Çünkü bugünkü küresel anlayışa göre, kontrol edemediğin güç senin değildir.
İnsanlığın tarım (agriculture) faaliyetlerini de, modernleşmeci kültürün evrenin dizginlerini ele geçirme arayışını da doğuran, doğanın güçlerine hakim olma ve onları yönetme arayışıydı.
Halbuki İslam medeniyeti, Endülüs örnekliğinde olduğu gibi, en güçlü olduğu dönemlerde bile galibiyetin kendilerine değil, Allah'a ait olduğunu haykırmıştı.
Gerçekte, Türkiye'nin güçlenmeye başlaması değildir küresel sistemin koruyucularını telaşa sürükleyen.
Türkiye küresel sistemi eleştiriyor. Hem de rasyonel eleştiriyor, bilimsel ve gerçekçi eleştiriyor. “Dünya beşten büyüktür” diyor mesela!
Aydınlanmadan bu yana Batı'nın oyuncağı olmuş, aklîlik, gerçekçilik ve bilimsellik ilkelerini Türkiye şimdilerde, Batı'nın duygusal, gerçeklik dışı ve dogmatik tutumlarına karşı acımasızca kullanıyor.
Suriye'deki katliamlara ve sürgünlere sessiz kalan BM'nin, AB'nin ya da ABD'nin Türkiye'nin haklılığı karşısında zerre kadar mecali kalmamış durumda.
Küresel sisteme alternatif duruşuyla geleceğin adalet dolu dünyasını muştuluyor Türkiye. İran'ın küresel sisteme nasıl böyle kolayca entegre olduğuna şaşırıyoruz bu arada.
Türkiye'nin İran, Suriye, Mısır, Irak gibi Ortadoğu ülkelerine karşı itirazları da oldukça haklı ve aklî…
İran'ın Halep'te Müslüman halkı katletmesi, Suriye'nin gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamlar, Mısır'ın Müslüman Kardeşler'e yönelik zalimce yaklaşımı, Irak'ın Sünnilere yönelik haksız tutumları, Türkiye'nin adalet aynasında ayan beyan yansıyor.
Batı'nın Türkiye'deki köklü değişimi fark etmiş olması da, Türkiye'ye karşı duygusal hırçınlığının sebeplerini ele veriyor. Peki nedir bu yaşanan değişim?
Osmanlı'dan Türkiye'ye muhafazakar düşünce, II. Mahmud'un Yeniçeriliği kaldırmasından beri ciddi bir erk dayanağından yoksundu.
II. Abdülhamid'in Hassa Ordusu da 31 Mart vakasının ardından İttihatçı Hareket Ordusu karşısında yenilgiye uğramış ve tasfiye edilmişti.
Cumhuriyet döneminde ise, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kuruluşu ile başlayan süreçle, ordudaki muhafazakar yapının son güçlü kalıntıları da tasfiye edilmişti.
15 Temmuz 2016'da yaşanan süreç de, ordudaki milliyetçi ve muhafazakar yapının tasfiye edilmesini amaçlayan bir süreçti.
Bu tarihten beri ordunun millileşip muhafazakarlaştığına şahit oluyoruz. Emniyet güçlerinde de benzer bir dönüşüm yaşanmakta.
Türk ordusunun el-Bab'a kadar istikrarlı yürüyüşü böyle bir dönüşümün en belirgin habercisi. Batı'yı ürküten gelişmelerden birisi de ordudaki bu dönüşüm.
Muhafazakar hükümetin Türk ordusuyla, kahraman ordunun da hükümetle uyumlu bir çizgiye gelmesi Batılıları çok tedirgin etti.
Başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) sistemi konusunda yaşanan tartışmalar da ilgili gündemden bağımsız değil. Bu sefer tehdit Batıcı seküler elitlerden geliyor.
Anayasa değişikliği konusunda Ak Parti ve MHP'nin uzlaşması karşısında abartılı bir provakasyona girişen siyasi kesimler, kendileri adına değil, küresel sekülerizm ve Batı adına direniyorlar aslında.
Suni gündemlerle, halkı birbirine düşürme arayışları ancak düşmanlarımıza yarayacaktır. Belli ki, seküler ve muhafazakar kesimler arasında çatışma ortamı oluşturmak istiyorlar.
Bu noktada, hükümetin de, sağduyulu seküler vatandaşların da bu oyunu bozmaları gerekiyor. Bu arada itiraf edelim ki, MHP ve Ak Parti'nin siyasi ittifakı bu oyunun yaygınlaşmasının önüne geçmiş durumda.
Türkiye'de insanların yaşam tarzlarına karışıldığı şeklindeki propagandanın mesnetsizliği ortada değil miydi zaten?
Bunu en iyi bilenler, seküler yaşamı tercih eden dostlarımız değil midir? Şu anda oturduğumuz apartmanda, mahallede, şehirde kim karışıyor hayat tarzımıza?
Kaldı ki, insanların hayat tarzına karışmak, yasalar önünde suç teşkil ediyor. Bunu yapan olursa, mahkemeler önünde gereken cezayı alacaktır muhakkak.
Eğer rahatsız olunan, Müslümanların kendi hayat tarzlarını özgürce yaşamalarıysa eğer, bu durumda Müslümanların hayat tarzına bir saldırı var demektir.
Yani dindarların çocuklarını İmam Hatiplere, Kur'an Kurslarına göndermeleri, başörtüsünün her alanda özgürleşmesi, Cuma namazlarının serbest oluşu birilerini rahatsız ediyorsa, tehdit altında olanın seküler hayat tarzı olmadığı açıktır.
Çünkü seküler hayat tarzının özgürlüğüne olduğu kadar, dindar hayat tarzının özgürlüğüne de kimse karışamaz.
Eğer bugüne kadar baskılanan dindarların özgürlüklerinin artması, birilerinin hayat tarzına karışma gibi algılanıyorsa, bu algının ne kadar yanlış bir algı olduğu ortada.
Durum böyleyken, 15 Temmuz gibi ciddi bir travmayı atlatmış bu milleti birbirine düşürme arayışları hangi akl-ı selimle izah edilebilir ki?
Bu süreçten sonra yapılması gereken, milleti birbirine düşürme arayışları olmamalı. Birliği, kardeşliği, yurttaşlık bilincini güçlendirmek olmalı hedef.
Bırakın da millet rahatlasın, birliğini, beraberliğini arttırsın, ülkesini yüceltmek için şevklensin. Bırakın da, bu ülkedeki farklı kesimler birlikte yaşamanın keyfini sürsün.
Yaşanan bütün bu süreçlerin sonunda Türkiye bölgesel bir güç olacak. Bu dönüşüm ve değişim sürecine direnenler geleceğin Türkiye'sinde söz sahibi olamayacak.
Milletin değerleriyle ve seçimleriyle sorunları olanlar, bir an önce milletin tercihlerine saygı duymayı öğrenmek zorunda.
Milletçe aynı gemide olduğumuz ise asla unutulmamalı. Bu devlet bu ülkede yaşayan herkesin devleti... Eğer bu gemi batarsa birlikte boğulacağımızı unutmayalım.
Emperyalist güçler her zamankinden daha güçlü ve kapsamlı saldırıyor bugünlerde. Bu da ülkemizin her zamankinden daha güçlü olduğunu gösteriyor.
Ortadoğu'da barışın hakim olası adına son dönemde hayata sokulan çalışmalar övünç kaynağımız olmalı.
Türkiye yeni dönemin yeni şartlarıyla uzlaşıyor ve İran, Irak hatta Suriye ile yeni bir bölgesel işbirliği sürecini inşa ediyor.
1960'larda hayata sokulması planlanan Bölgesel Kalkınma İçin İşbirliği (RCD) benzeri bir bölgesel birlikteliğin oluşması uzak bir ihtimal değil.
Bölgesel barış çalışmalarının başarılı olması için içerideki barışın tesisi önemli. Alevi'siyle Sünni'siyle, Kürt'üyle Türk'üyle, dindarıyla seküleriyle birlikte yaşamamız gerektiğini anlamamız gerekiyor.
Kışın yoğun kar yağışlı geçmesi aslında baharın verimli olacağını göstermektedir. Bugün milletçe yaşadığımız kimi sıkıntılar ise, yarınların daha güzel olacağını gösteriyor. Yeter ki birlik olalım, yeter ki küresel güçlerin oyunlarına kanmayalım.
Evet, yarınlar daha güzel olacak. Çünkü 28 Şubat, Gezi Olayları, 15 Temmuz darbesi gibi deneyimler bize çok şey öğretti.
Batı'nın oyunlarına kanmayacak ve bütün bu badireleri hep birlikte, el ele, yürek yüreğe atlatacağız.
Bu kış günleri muhteşem bir bahara gebe… Sabredelim lütfen. Yakında nur topu gibi bir küresel adalet baharımız doğacak.