Ortadoğu kavramı Batı muhayyilesinin 20. yüzyılın başlarında ürettiği kurgusal bir kavramdır.
Aynen ünlü Siyonist Theodor Herzl'in 1902 yılında yayımlanan “Altneuland” adlı ütopik romanında İsrail'in kuruluşunu kurgulayışı gibi bir kurgu ürünüdür bugünün fiili Ortadoğusu.
Bu fiili Ortadoğu romanı da İsrail gibi halen yazılmakta olan fiili bir hikâyedir ve bu romanın satırları mürekkeple değil kanla, petrolle yazılmaktadır.
Birinci Dünya Savaşından sonra İngiltere ve Fransa, Osmanlı'nın güney bölgelerini paylaşma telaşına kapıldılar.
Vaktiyle Osmanlı Devleti'nin vilayetleri olan Filistin, Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan gibi toprak parçaları; Batılılar tarafından, lezzetli bir pasta gibi iştahla paylaşıldı.
Bütün bu paylaşımlar, geçenlerde Barzani'nin dikkatini çektiği Sykes-Picot antlaşmasıyla gerçekleşti.
1916 yılında imzalanan Sykes-Picot antlaşması İngiltere, Rusya ve Fransa arasında imzalanan gizli bir antlaşmaydı.
Lenin 1917 yılında Rusya'da gerçekleştirilen Bolşevik ihtilali sonrasında bu antlaşmayı tüm dünyaya duyurarak antlaşmadan çekildi.
Sykes-Picotla İstanbul'un ve Türkiye'nin Doğusunun Rusya'ya bırakıldığını düşünürsek, Lenin'in bu antlaşmadan çekilmekle büyük bir fedakârlık gösterdiğini de fark ederiz.
Ancak görülmektedir ki bugünün Rusya'sını yönetenler geçmişin Bolşevik Rusyasını yönetenler kadar ilkeli değildir ve Sykes-Picot antlaşmasının hitama ereceği 2016 yılından beklentileri oldukça fazladır.
Bunu hiçbir hakları olmadığı halde Suriye'de, hem de hemen ülkemizin yanı başında kanlı bir oyunun baş aktörü olmalarından açıkça anlıyoruz.
Barzani'nin de ima ettiği gibi, 2016 yılında Sykes-Picot'un üzerinden yüz yıl geçmiş olacak ve bu antlaşma hükmünü kesin olarak yitirecek.
Bu fiili durumun oluşturacağı boşluktan Rusya da istifade etmek istiyor anlaşılan. Üstelik Osmanlı'nın varisi olan Türkiye'nin kadim toprakları konusunda hak iddia etmesini önlemek için de elinden geleni yapıyor.
Peki Türkiye açısından Sykes-Picot'un önemi nedir? Bilindiği gibi Sykes-Picot antlaşmasıyla Suriye ve bugünkü Irak'ın bir bölümü Fransa'ya; Irak ve bugünkü Suriye'nin bir bölümü de İngiltere'ye peşkeş çekiliyordu.
Osmanlı Devletinin küçük bir vilâyeti olan Musul ise önceleri Fransa'ya ardından da San Roma Konferansında İngiltere'ye bırakılmıştı.
Başbakan Davutoğlu'nun geçenlerde işaret ettiği gibi Suriye ve Türkiye arasındaki sınırlar olması gereken doğal sınırlar değil zorlama sınırlardır ve muhtemelen Türkiye bu yeni gelişmelerden istifade ederek doğal sınırlarına ulaşmayı hedeflemektedir.
Bu durumda İran güdümündeki Irak'ın Türkiye rahatsızlığının sebebi daha iyi anlaşıyor.
Artık Türkiye fiilen Musul'dadır ve Kuzey Irak'taki Kürt özerk yönetiminin bu durumdan pek de rahatsız olduğu söylenemez.
Türkiye'nin Musul'da kalıcı olması Kuzey Irak Kürt yönetiminin de işine yarayacaktır.
Çünkü Türkiye'nin Musul'da kalması durumunda ne çeşitli terör unsurları, ne Rusya, ne İran, ne de Irak, Bölgesel Kürt hükümetiyle savaşı kolay kolay göze alamayacaktır.
Muhtemelen bu gibi sebeplerle Barzani Türkiye'nin Musul'da kalması konusunda ısrarcıdır ve Sykes-Picot antlaşmasını yeniden gündeme getirişi de bu yüzdendir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'la gerçekleştirdiği görüşme sonrasında yaptığı açıklamada“haritalar üzerinde tek tek bütün kritik bölgeleri ele aldık” ifadelerini kullanması bu noktada oldukça manidardır.
Anlaşılan ABD ve Türkiye, Musul ve Suriye'nin kuzeyiyle ilgili mevzuları masaya yatırmış durumda.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani'nin de işaret ettiği gibi muhtemelen şu anda yeni bir Sykes Picot antlaşması imzalanmak üzere ve Türkiye bu antlaşmanın bir tarafı olmak konusunda oldukça kararlı.
Türkiye, çok eskiden beri Suriye sınırını adil bir şekilde onarmak ve Musul'da kalıcı bir barış unsuru olmak istiyor.
Türkiye'nin ve dünyanın âdil geleceği açısından ufukta yeni bir umut ışığı belirmiş durumda.
Türkiye'nin bu yeni konjonktürel durumu nasıl değerlendireceği ise merak konusu olmaya devam ediyor.