Fatih Altaylı, gazetecilik özgeçmişi, medya, siyaset, şirketler, işten atılmalar ve iktidar üzerine konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı Gezi Eylemleri sırasında konuk etmesiyle eleştiri oklarının hedef noktası haline gelen Altaylı, “Erdoğan nefret doluydu, sinirlendirip operasyon emri vermesinden çekindim” dedi. Altaylı, özgür olma yolunu seçmenin medya patronlarına bedel ödetmekten başka bir noktaya gitmediğini belirtirken “Sabah'a el konulması baskının miladıydı” diye söyledi.
İşte Fatih Altaylı'nın T24'ten Hazal Özvarış'a verdiği röportaj:
Erdoğan size yanıt olarak “Yaranan var, yaranamayan medya var” derken sorunuzda anlamadığımız nokta şu oldu: Gazeteciliğin sizce neden birilerine yaranma gibi bir derdi olsun?
Güzel bir başlangıç yaptınız, belli ki epey bir hırpalanacağım. Hazal Hanım, niye bu cümlede kullanılan “yaranmak” sözünü farklı bir vurgulama ile olumsuz anlamıyla görmek istiyorsunuz? “Ne Musa'ya yaranabildik, ne İsa'ya” lafını duyunca siz din değiştiren bir adam mı anlıyorsunuz? Benim oradaki kastım çok açık. Türkiye'de makuliyetin bittiğini ve ille de keskin bir şekilde taraf olmayanın kimse tarafından kabul görmediğini anlatmaya çalışıyorum. Türkiye'nin iyiye gitmesini, sorunlarını çözmesini isteme içgüdüsünün de kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'yi kim yönetirse yönetsin, ben Türkiye'nin daha yaşanabilir, insanlarını daha mutlu ve daha özgür kılan bir ülke olmasını istiyorum. Ayıp mı? Türkiye'nin bugün en büyük sorunu budur. Makuliyet diye bir şey kalmadı. Her şey olabilirsiniz. Yeter ki, makul olun.
- “Ekonomide işler iyiye gidiyorken” gazetecilik neden habercilikten ödün veren bir misyon yüklensin?
Habercilikten ödün verdiğimizi kim söyledi? Habertürk'ün ilk dönemindeki habercilik son derece başarılıdır. Sonrasında da diğer gazetelere oranla hiç de fena değildir. İstediğim gibi miydi? Hayır. Ama çabalıyorduk. Her şeye rağmen çabalıyorduk.
- “Her şeye rağmen”den kastınızı açar mısınız?
Her şeye rağmen demek her şeye rağmen demektir. Baskılara rağmen, yönetim kadememizdeki değişikliğe rağmen, siyasete rağmen.
- “Persona Non Grata”da kızınızın Erdoğan'la programınızı beğendiğini, ancak eşinizin eleştirdiğini söylüyorsunuz. O program sırasında attığı “Tut ki içiyorum, sana ne” tweeti nedeniyle “Eşinin yapamadığını yaptı” da denilen Hande Altaylı, sizi tam olarak neden, hangi sözlerle eleştirdi?
Burayı biraz geniş anlatabilir miyim? Çünkü orada içime çok dokunan şeyler oldu. Hande program sırasında o tweeti atıp, rakıyla fotoğrafını koyunca epey bir gürültü koptu. Altına yazılanları okudum, okurken de insanlığımdan utandım. Hande'yi tanımayan, bizi bilmeyen bir sürü edepsiz insan yorum yapmış. Kızana, küfredene bir şey demem. Ama Hande'ye bile saldırdılar. “Karı koca iyi polis, kötü polis oynuyor” dedi bazıları. Bunlar şerefsizlerdir. Hande içinden geleni yapar, o an içinden o gelmiş ve yapmış. Hande'yi eleştirenlerden birisi bile kocası benim pozisyonumdayken o tweeti atabilir miydi? O lafı söyleyebilir miydi? O lafları edenler Hande'nin aydın namusunun milyarda birine sahip değildir.
Hande'nin neyi eleştirdiğine gelirsek, “Sorduğun her şey yerindeydi ve eksik bir şey bırakmadın, ama tavrın çok kötüydü. Utanç vericiydi. Daha sert olmalıydın. Daha sert savunmalıydın yaşam tarzımızı” dedi. Bunu çok tartıştık evde.
"ERDOĞAN NEFRET DOLUYDU, SİNİRLENDİRİP OPERASYON EMRİ VERMESİNDEN ÇEKİNDİM"
- Eşinize hak veriyor musunuz; tavrınız utanç verici miydi?
Öyle algılanmışsa öyledir. Ben o programda sorulabilecek her şeyi sorduğumu düşünüyorum. Zaten bana “Şunu da sorsaydın” diyen pek yok. Erdoğan'la ilgili pek çok yeni şeyi, mesela vapurdan inenleri gözetlediğini, içki içen herkese alkolik gözüyle baktığını, içki içmenin AKP'ye oy verenler dışında herkesi alkolik ettiğini orada öğrendik, daha iyi tanıdık. Tavrım daha sert olabilir miydi? Olabilirdi. Ama bazen şartlardan bağımsız olamıyorsunuz. Erdoğan karşıma oturunca ben zaten gerildim. Çünkü defalarca gördüğüm, program yaptığım adamdan çok farklıydı. Muazzam bir öfke içindeydi. O yüzden yumuşak bir üslup seçtim. Köprüden atlamak isteyen bir adamı atlamamaya ikna etmek için üzerine mi gidersiniz, alttan mı alırsınız? Ben alttan aldım. Çünkü köprüden hepimizi atabilecek bir ruh halindeydi. İkna etmeye çalıştım. Tabii bir de çevremiz var. Salonda 20 danışman, parti yöneticileri, kızı, arkamda sürekli sufle veren danışmanlar.
- Bir başbakanı ikna etmek gazetecinin vazifesi midir?
Çok doğru. Ben gazeteciyim. O gün benim gördüğüm, daha doğrusu beni korkutan şuydu: Nefret dolu bir adam vardı karşımda. Tahrik etmek istemedim. Orada çok üzerine gidip, kamuoyu önünde zor duruma düşürürsem, çılgınca bir şeyler yapılmasından korktum. Açık söyleyeyim, orada sinirlenip Taksim'e bir operasyon emri vermesinden çekindim. Çünkü gördüğüm adam o noktadaydı.
O gün Taksim'de bir olay olsa, Allah korusun 40, 50 kişi ölse, yaralansa tarih “Fatih Altaylı isimli gazetecinin tahrikleri sonucu Gezi olayları çığırından çıktı ve bilmem kaç kişi öldü” diye yazacaktı. Ve siz şimdi bana, tabii hâlâ varsam, “Fatih Bey ucuz kahramanlık için Başbakan'ı tahrik edip onca ölümün sorumluluğunu üzerinizde hissederek nasıl uyuyabiliyorsunuz” diye soracaktınız.
"ERDOĞAN 20. DAKİKADA "BU PROGRAM BURADA BİTER" DEDİ"
- Erdoğan'ın nefreti size nasıl yansıdı, kamera arkasında neler oldu?
Bir sürü şey oldu. Programın 20. dakikası falandı herhalde. Reklam arası verilmesi istendi. Oysa programa reklam alınmamıştı. “Reklam yok” dedim. Lütfullah Göktaş “Başbakan istiyor” diye bir yazı kaldırdı. Ben de reklam arası verdim. Başbakan hemen ayağa kalktı ve “Bu program burada biter” dedi. “Niye” dedim, “Biz bugün sizinle anlaşamayacağız. En basit tanımda bile anlaşamıyoruz. Sürdürmenin âlemi yok” dedi. Tanımdan kastı alkolik meselesiydi. Bilgisayardan internete girdim, alkolik tanımını bulup okudum. Kızı da oradaydı. “Yanlış” dedi. Danışmanlar da araya girdi. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan, “O halde dönüşte siz bu konuyu açın, ben de bir özür dileyeyim” dedi. Şaşırdım. Reklam arasından sonra “Eğer yanlış bir anlamaya sebebiyet verdiysem özür dilemek durumunda olabilirim” dedi. Zaten çok sinirli gelmişti. Gergindi. Ben de ilk soru olarak “Şu kışla işini halka sorsak. Siz her şeyi anketlerle yaparsınız bunun için de bir referandum yapılsa iyi olmaz mıydı? Hâlâ geç kalmış sayılmayız” dedim. Büyük bir öfkeyle “Ecdadımın eserini ihya etmek için halka mı soracağım” dedi ve ben “Yandık” diye düşündüm içimden. Bana göre program aslında o cümleyle bitmişti.
"BAŞBAKAN'IN EKİBİ DE YUMUŞAMA MESAJI BEKLİYORDU"
- Bize Erdoğan'la program yaparkenki ortamı biraz daha detaylı anlatabilir misiniz? Kızı ne yapıyor, danışmanlar nasıl sufleler veriyor, reklam arasında nasıl diyaloglar oluşuyor, program bittiğinde vedalaşırken Erdoğan programa dair neler söylüyor?
O gün ekstradan gergin bir durum vardı. Normalde bir iki danışman, basın danışmanı olur. Bazı konularda kâğıtlara yazarak Başbakan'a hatırlatmalar yaparlar. O gün ise AKP İstanbul İl Başkanlığı'nda istediler programı. Büyük bir salondu. Onlarca danışman, kızı, parti yöneticileri, kalabalık bir grup vardı. Konuyla ilgili kim varsa benim arkamdan Başbakan'a bazı hatırlatmalar yapıyorlardı. Herkes çok gergindi. Benim gördüğüm kadarıyla, Başbakan'ın ekibi de Başbakan'ın bir yumuşama mesajı vereceğini düşünüyorlardı. Sert çıkınca onlar da şaşırdılar. Bir danışman program bittikten sonra “Şimdi yandık” dedi.
- Siz “Persona Non Grata” belgeselinde varlığı ve sözleri tartışma konusu olan diğer isimler Derya Sazak ve Aydın Doğan'ı izlerken neler hissettiniz? “Hapishaneye girmediğim için özür dilerim” diyerek karşı çıktığınız “mağdur olanlar ve mağduriyetlere neden olanların eşleştirilmesi” itirazı aklınızdan hiç geçmedi mi?
Hazal Hanım, kimin elinde bir mağduriyetmetre var? Kim ne kadar mağdur, kim hesaplıyor? Aydın Doğan'ı suçluyorlar. Peki Aydın Doğan mağdur değil mi? Milyarlarca ceza ödemedi mi? Bu yaşında bunca hakarete, hem de her iki taraftan maruz kalmadı mı? Bakın Aydın Doğan'a bugün söven o gazeteciler var ya, yarın onların herhangi birine “Gel Hürriyet'te yaz” dese Aydın Doğan, alayı koşa koşa gider. “Yayın yönetmeni ol Hürriyet'e” dese kırk takla atarlar.
Derya Sazak'tan ise söz etmek istemiyorum. Sürekli olarak kovulduktan sonra konuşuyor. Son olarak Yurt gazetesine “şantajcı”, “vergi kaçakçısı” dedi. Yahu bir gün önce oradaydın, bir gün sonra mı şantaja başladılar? Ayıp. İstifa edip “Bunları yapıyorlardı, dayanamadım” dese yerden göğe hak vereyim. Ama bütün bunlar kovulunca mı aklına geldi be Derya? Yapma. Diyeceğim şudur özetle: Mağduriyet tecavüz gibidir. “Mağdurum” diyorsan mağdursundur. Ama ben demem. Çünkü Türkiye'de mağduriyet de çok ucuzladı. Şimdi bakıyorum İslamcılar mağduriyetten söz ediyorlar sürekli. Yahu Türkiye 1960'tan sonra iki darbe gördü. Hangi İslamcı'ya dokunuldu? Solcu gençler idam edildi, idam edilmeyenin bir tarafına cop sokuldu, cinsel organına elektrik verildi, sağcı gençler idam edildi, işkenceden geçirildi. Kürt gençleri öldürüldü, işkence gördü. Deniz Baykal, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, hepsi aylarca hapis yattılar. Hiçbiri “Mağdurum” demedi. Necmettin Erbakan bile demedi. İslamcılardan bunu yaşayan kim var? Üç ay bey gibi yarı açık cezaevi mağduriyet oluyor. Ama dedim ya “Mağdurum” diyorsan mağdursundur.
RÖPORTAJIN DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ!!!