“Erdoğan, Türkiye için büyük bir şans'
Cumali Dalkılıç, 'Tüm tartışmalı hususlara rağmen Erdoğan, belki de Tanzimat’tan bu yana yaşanan siyasi-sosyal bunalımları aşmak noktasında bu millet için en ciddi ve en büyük şanstır,' dedi..

Oluşturma Tarihi: 2015-05-26 00:00:35

Güncelleme Tarihi: 2015-05-26 00:00:35

Yazar Cumali Dalkılıç, Fazıl Duygun'a verdiği röportajda, geniş halk desteği alan liderlerin, Batı tarafından bir operasyonla itibarsızlaştırıldığını belirterek Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı Mursi örneğiyle işaret etti.  Dalkılıç, Milli birlik şuuru yürütülebildikçe, Batı ve içimizdeki Batıcılar apışıp kalacaktır, dedi.

İşte Cumali Dalkılıç'ın sorulara verdiği yanıtlar:

Mısır Cumhurbaşkanı hakkında geçtiğimiz gün idam kararı verildi. Cumhuriyet gazetesi de, “%52 halkoyuyla gelmiş biri idam ediliyor” şeklinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhinde algılamaya yol açan bir göndermede bulundu. Fetullahçı savcılardan Celal Kara'nın da Erdoğan için “sonunuz Menderes gibi olacak” yollu tehditle karışık bir ifadesi olmuştu. Mısır'daki son gelişmeyle birlikte, görünürde farklı bu iki zihniyeti yaklaşan seçimlerle birlikte değerlendirecek olursak…

Şayet, Erdoğan'a zarar verebilecek herhangi bir hadise sözkonusu olursa, -Allah buna izin vermesin- bu artık sadece Türkiye'yi değil, bütün bölge ve dünyayı daha önce rastlanmamış ölçekte kritik bir durumla karşı karşıya bırakacaktır. 60'ların, 90'ların dünyasında değiliz. İslâm coğrafyasında “şahsiyetli inkişaf”ların Batı nazarında tahammülü aşan bir noktaya geldiğinde, bir dizi şeytanlaştırma ve karalamayla birlikte önünü kesmek, kazaya kurban göndermek, doğrudan suikast veya Mursi gibi hukuk kılıfı altında suikastlerle ortadan kaldırmak tercih edilmişti.

Geniş halk desteğini bulmuş, şahsiyetli liderler belirdiği anda Batı operasyon odakları düğmeye ve tetiğe basıyor. Erdoğan aleyhinde de böyle oldu. Ne zaman ki Batı'nın bazı dayatmalarına hayır dedi; o zaman AK Parti politikalarının bize hayrı olmaz dediler ve hedef seçtiler. Dolayısıyla algılamayı tabi ki %52 rakamıyla anlamlı kılmayı, yorumlamayı deneyecekler; bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Toplumumuzun bu tür tavır ve tutumlara daha bilinçli tepki koyması lazım. Nitekim son yıllarda partinin “hareket” hüviyeti daha belirgin hal almış durumda… Son seçimlerde belirlenen adayların geçmiş dönemlere nazaran niteliği önceleyen bir tercihle belirlendiği dikkatlerden kaçmıyor. Kısaca millî irade üzerinde bilinçli bir kadro yükseldiği ve yerini koruduğu müddetçe idare ve halk bütünlüğü tüm coğrafya için örnek bir yönetim ve misyon ortaya koyacaktır. Millî birlik şuuru yürütülebildikçe, Batı ve içimizdeki Batıcılar apışıp kalacaktır.

Şöyle bir tespit mümkün mü… 1908 II. Abdulhamid'in devrilişinden bu yana Türkiye'de insanımızın gerçek anlamda iktidara yerleştiğinden bahsedebilir miyiz?

II. Abdulhamid'den bu yana son yüzyıldır siyasi ihtilal ve sosyal inkılap, devre devre değerlendirilecek olursa iniş çıkış zikzaklarını andıran, bir türlü tam olmayan, yarım yamalak, yamalı bohça işlerle tamamlandığını görürüz. Osmanlı sonrası ara dönem olarak İttihatçıları kötüleyerek iktidar kuran CHP, tepeden inme toplumsal dönüşüm gerçekleştirmeye kalktı ancak bunu halkın adına değil, Batı adına  aşağılık bir propagandayla, korkunç bir istismar çığırı açarak yapacağını sandı. Falih Rıfkı Atay, Niyazi Berkes, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir gibi isimler o kriz ve bunalım dolu yılları hatıralarında anlatmadan geçemez. “Tepeden inme” diyor aynı yılların şahidi Üstad Necip Fazıl… “Türk'ü madde plânında kurtardıktan sonra, ruh plânında helak edici…” diyor. Anadolu'da kaldık, kısıldık, kapandık. Başımıza gelen iş ve haller hep zorla geldi. Millete rağmen… Şimdi Tek partiyi silen ilk nesilden bu yana eski numara ve istismarların hiçbirine kanmayan, doğrusu kandırılacak hali de kalmamış aşinalık ve farkındalıkla hareket etmekte yeni nesil. Daha sıkı eleştirel zeka gösteriyor. Son on yılın sosyal plânda en büyük kazanımı budur. Millet, başına başkan seçecek olgunluğu her ırk ve milletten insanıyla gösterdi. Anadolu bunu başardı. Gerisi sana kalmış, bitir bu düzenin işini… ancak eskisi gibi yarım yamalak bırakma, bir daha ayağa kalkamasın… o köhne zihniyet üzerime çullanmaya kalkmasın diyor millet… CHP kadrolarının, başından beri Kemalist zihniyetin eseri ve tesiriyle kendisini din nefreti, yani İslâm düşmanlığı –ki laiklik bizde bundan başka bir anlam ifade etmez- ile ifade etmişti. Bu topraklarda siyasetini de, sosyolojisini de, kültür ve ahlâkını da ancak İslâmî motifler üzerinden konuşarak, tartışarak, yaparak kurabilir, yönetebilir, dönüştürebilirsin. Tüm tartışmalı hususlara rağmen Erdoğan, belki de Tanzimat'tan bu yana yaşanan siyasi-sosyal bunalımları aşmak noktasında bu millet için en ciddi ve en büyük şanstır.

Cem Sancar'ın ifadesiyle “usul usul gerçekleşen bir devrim”…

Evet, öyle de denebilir. Zaten yenilik küçük değişikliklerin, devrim de büyük değişimlerin toplamını ortaya koyan bir süreçtir. Bunu en iyi ve en net şekilde halk üzerinden takip edebilirsiniz. Halktan kopuk olanın bunu anlayabilmesi mümkün değildir. Halk hazır değilse hangi değişimi, hangi devrimci adımı atmanız mümkün olur veya sonuç alınabilir ki?... Bakınız Batı'nın, üzerinden haftalar geçtikten sonra “Arap Baharı” diye adını koyduğu ve parçalı bulutlu da olsa yaşanan sosyal çalkantıları biz son yüzyıldır seyreltilmiş, Necip Fazıl'ın “1960 gece baskını” olarak adlandırdığı darbeden sonra ise yoğunlaştırılmış şekilde zaten yaşamaktayız. Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle bu bir “halk talimi”dir.

Arap halklarının Cezayir, Tunus, Mısır gibi ülkelerde yaşadıklarını biz son 60 yılda, on yılda bir yaşadık. İdmanlıyız yani… Toplumsal doku her şeye rağmen sağlamlığını korudu. Dönüştürülemedi. “Küçük Amerika” rüyasıyla sosyal, NATO ile askeri, Marshall yardımı ve Truman doktrini ile ekonomik, Laik-Kemalist ve en son FETÖ kadrolarınca yürütülen bürokratik operasyonlar... Tüm bu teşebbüsleri nesiller arası bağ ve kopuklukları da dikkate alarak değerlendirirseniz, ne kadar sağlam bir bünye olduğu ve Batı'nın da korkmakta ne kadar haklı olduğu anlaşılır. 6-7 Ekim benzeri geniş çaplı provokasyonları veya PKK üzerinden iç savaş korkusu uyandırarak siyasi iradeyi çözmek ve devleti Batı terbiyesiyle yetişmiş, halkına yabancı bürokratik yapılanmalarla yönetmek, meydan savaşları sonucu anlaşmalarla uygulanan yaptırımlar yanında elbette daha ileri ve esaslı bir metod geliştirildiği ortada…

Biz aslında Batı kültür ve yaşayışına alternatif bir kültür ve yaşayış geliştirmiş, dünyaya gelmiş son milletiz. Batı II. Dünya Savaşı sonrası “adam gibi” yaşamayı öğrenmek, birbirine girmemek gerektiğini, kültürler arası, dinler arası diyalog üzerinden bir aşinalık geliştirerek toplumsal ahlak kurma yoluna gittiğini ve buna “iyiyi getiremiyoruz bari kötüye mani olalım” diye demokrasiyi yücelttiklerini biliyoruz. Biz bunların rüyasını, asırlardır gerçekleştirmiş ve başka toplumlara taşımış bir milletiz. Coğrafyamızın ve dünyanın toplumlarına örnek teşkil edecek kök, bu topraklarda var. Bakınız; Suriye'den topraklarına gelen insanları ekonomik ve siyasi yönü ayrı, sosyal bakımdan milyon ölçeğinde barındıracak ve sahip çıkacak dünyada başka bir millet, başka bir toplum bulamazsınız.

Ermeni aydınlardan Esayan'ın “Batı'nın tek teslim alamadığı millet Osmanlı ve Osmanlı'nın şahsında İslam olmuştur” teşhisi ve Türkiye'nin Osmanlı hafızasını yeniden sağlayacağı ve yeniden eski ihtişamlı günlerine dönebileceği umudu…

Kesinlikle… Bu umudu dönem dönem maksimalist politikalarla düşünen ve gerçekleştirme yoluna giren hem devlet hem halk adamlarımız olmadı mı? Oldu. Merhum Menderes, Merhum Erbakan… En son Erdoğan'da bu hüviyeti görüyoruz. Önceki dönemlerin kuşatılmışlığını da üzerinden atıp, risk alıp yolunu çizen şahsiyetleri bu millet yetiştirmiş, bağrında barındırmıştır. Esayan ve Mahçupyan bu toprakların yetiştirdiği iki güzide aydınımız olarak, daima devlet katında dikkate alınması gereken görüş ve teklifleriyle yine bu milletin bağrında yerleri hazır, kendi ifadeleriyle Osmanlı torunlarıdır.

Peki muhalif olup, daha önceki dönemlerde ayrı ayrı kulvarlarda toplumu yönlendirmeye soyunan sermaye gruplarının, siyasi partilerin şimdi tek çizgide birleştiğini görüyoruz. Sizce toplum bunları nasıl karşılamakta?

Bu yapıların toplum tarafından çok uzun zamandan beri dışlandığını bugünkü reflekslerine baktığımızda tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Zaten kopuklardı, ayan oldu. Arif olan milletimize tarife gerek yok. TÜSİAD yönetiminde geçmişten bu yana rastlanan yönetim krizini buna örnek gösterebiliriz. Sermayesini 90'lı yıllarda Batılı çok uluslu şirketlerle evlendiren ve kat kat zenginleşen bu yapı, “Beyaz Türk” dedikleri sosyal ve kültürel planda üstlendikleri Batıcı misyonu, o bizden kaçırdıkları zenginlikleriyle 2000'li yıllara da taşımayı plânlıyorlardı. Nitekim, 97-98, 28 Şubat konsorsiyumu böyle bir politikacı tipini kendi güdümünde tutarak “bin yıllık” sürecekti; Dinç Bilgin, Erol Aksoy gibi isimlerin itiraflarından da takip edilebileceği gibi bu fiyaskoyla neticelendi. M. Ali Birand, içlerinden çıkmış bir isim olarak itiraflarında anlatır. 99'da yaşanan siyasi-ekonomik fiyaskolar üst üste gelince ve iş uzayınca menfaatler ortaklıktan çıkıp özelleşti ve yeni ortaklıkların kurulabileceği fırsat ve şartlar oluşuncaya kadar beklemede kalındı.

Dikkat edilirse 2000-2010 arası sermayede donma ve sektörlerde daralma yoluna gidilmiş ve Anadolu sermayesinin Batı göçmeni sermayeye rağmen direndiğini, sivil toplum kuruluşlarıyla ittifaka girerek büyüme yoluna gittiğini ve sınırları zorlamaya başladığını görürüz. Çözüm sürecinin daha önce demokratik, sonra milli birlik isimleriyle anıldığını hatırlarsak 2008'den bu yana sürecin ekonomik ayağını oluşturmak misyonu edinilmiştir. Bundan önce TÜSİAD sermaye üzerinden, FETÖ sivil toplum ve PKK üzerinden orduyu, dolayısıyla ağır sanayii yönlendirme sözkonusuyken, toplumsal zemini giderek çözülen, kâr ve kazanımları daralan yapının Batı ile yeniden ve daha özel, daha sofistike planlar uygulamak üzere cıva gibi kimyasal bileşim formülünü uygulamakta olduklarını görüyoruz. Her sabah birbirine küfrederek uyanan çevreler akşam uyumadan önce, birgün daha fazla birlikte yaşamak için birbirlerine iyi geceler diliyor. Bunlarda karakteri bırakın, en ufak bir çizgi bile aranabileceğini sanan varsa fena aldanır. Moda tabirle üst akılın işgüzarlığını yapageldiler. Bu aklın sermayede vaizi TÜSİAD, sivil toplum ve bürokrasi ekseninde FETÖ, TSK ve MİT tam olarak ele geçirilemediğinden polisiye hareket ve teşkilatlanmaya gidilerek sonuç alma yoluna gidildiğini görmüş olduk. Öte yandan Freedom House gibi rapor sunan Batılı istihbarat yapılanmalarıyla eş zamanlı hareket halinde İsveç Konsolosluğunda düzenlenen toplantılarda görüldüğü gibi kaçmakla kalmak arasındaki hallerini Batı'nın stratejik kurum ve kuruluşlarına Truva atlığı rolüyle sürdürüyorlar. Bütün kimlikleriyle ortadalar ve “filden ne kadar kıl koparırsak kâr” hesabı zavallılık içindeler.

Peki seçim sonrası daha önce dönüştürülebilir umudu saklı tutulan TÜSİAD'la çalışmaya devam mı edilecek yoksa bir tasfiye sürecine mi sokulacak?

Doğrusu tasfiye sürecinin sosyokültürel ve psikososyal bağlamda uzun süredir başladığını ancak bunun siyasi ve ekonomik sonuçlarını devlet olarak kaldırabilecek düzeyde özgüveni yüksek bir bürokrasinin henüz varlık göstermediğini biliyoruz. FETÖ yapılanması üzerinden örümcek ağı gibi tüm devlet teşkilatlarını ve sermaye odaklarını sarmış olan ilişkiler, gün gelir de çözülme ve ayrışma yaşanırsa, ileri sürülecek silahların saklı tutulması yoluyla hayatta kaldı. Neydi onlar? Başta kaset ve kayıtlar olmak üzere Latin Amerika dizilerini andıran uzun yıllara yayılmış entrika dizileri gibi, son iki yılda memleketin üzerine boca edercesine bütün ahlâkî yönünü de ortalığa saçıp, devlet içindeki kimliğini açık, hainliğini ifşa etmiş bulunuyor. Bu, PKK terörünün belli bir bölge ve dar bir coğrafyada uyandırdığı güven probleminden daha beter, daha yaygın, daha sinsi ve daha profesyonel bir terör örgütlenmesi olduğundan, tasfiye dediğiniz şeyin gerçekleşmesi kısa vadede mümkün görünmemekte… Uzun vadede, Cumhuriyet'in kuruluşundan beri yaşanan problem olarak sermayede de millileşmenin, kurumsal anlamda kadrolaşmasıyla birlikte kendiliğinden, tabii seleksiyon, arınma  yaşanacağını düşünüyorum.

Başkanlık, halihazırda teamülde mevcut, kendini belli etmiş durumda ve meşruiyetini seçim sonrası daha da derinleştirip güçlendirerek masabaşında sermaye sahibi ve sanayici, işadamı kılıklı halk ve hak düşmanlarının bir dizi azar ve ihtarla birlikte yola getirilmesi de dahil, ciddi bir denetime tabi tutma sürecinin başlatılabileceği tahmini yürütülebilir ki, bu iradeyi “başkan” Erdoğan'la göstermek mümkün… Dolayısıyla ekonomideki bağımsızlığı tesis ettikten sonra siyasi adımlar eşzamanlı gelişecektir. Kimi kesimler anlaşmaya yanaşacak, kimi toplumun gözünden kendini kaybedecek, o rüküş sosyetesiyle medyadan elini eteğini çekmek durumunda kalacaktır. Mesela PODEM isminde alternatif bir sanayici-işadamı gruplaşmasına gidildiği biliniyor.

Geçtiğimiz gün Yakup Köse'nin mağduriyetini gidermek için başvuruda bulunan Adalet Bakanlığı'nın başvurusu 16. Daire tarafından reddedildi. Bu gelişmeyle birlikte Köse gibi uzun hapis cezaları almış ve verildiği dönem itibariyle birçoğunun gerekçelerinin de tartışmalı olduğu, ağırlaştırılmış müebbet cezası verilmiş birçok isim var. Bu hususta neler söyleyebilirsiniz.

Özellikle Yakup Köse'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere kamuoyunun hakkında sahiplenici duygu ve düşüncelerini ifade ettiğinin, dolayısıyla sembolik anlamıyla hakkında açılmış temelsiz bir davanın daha fazla sürdürülemeyeceğinin, kamuoyuna malolmuş bir isim olduğunun yargı da farkında…

Daha açık konuşursak bu iradeyi temsil mevkiini ve sorumluluğunu Cumhurbaşkanlığıyla yerine getiren Erdoğan'dan ne kadar intikam alabilir, O'nu ne kadar yıpratabilir, ne kadar yorabilir ve durdurabilirsem cephe cephe tekrar ayağa kalkıp eski şartlara, yani eski Türkiye şartlarını yeniden oluşturabilirim; ona bakılmakta, teselli olunmakta… Milletle daha fazla cedelleşecek zamanı kalmadı bu ajan yapının… Kaçınılmaz olan sona doğru köksüz gelmiş köksüz gidecek yapısıyla tasfiye halinde… Bir de yargının ele geçirilmesinden bahseden bazı sersemlerin artık eski seslerini çıkarmadığını dikkate aldığınızda asıl şimdi yargı milletle irade kazanıyor, vicdan kazanıyor. Şehid savcı Selim Kiraz gibi… Kararlarının üzerinde “Millet adına” yazan yargının yine millet adına karar vereceği ve Yakup Köse'nin, yine ondan pek farkı olmayan yönüyle, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış ve on yılını şu an cezaevinde doldurmuş bulunan Burak Çileli ve arkadaşlarının da bu toprakların evladı olarak özgürlüklerine kavuşacağı günün fazla uzak olmadığını düşünüyorum.