Psikiyatrist Doç. Dr. Veysi Çeri, çocuklarla ilgili çok önemli bir konuya dikkat çekerek aileleri uyardı.
“Son yıllarda çocuklarda duysal entegrasyon problemlerine çokça rastlamaya başladım” diyen Psikiyatrist Çeri, “Bunun en büyük nedeninin çocukların 4 duvar arasında sıkışıp, taşa toprağa değmeden, ağaçlara dokunup tırmanmadan ve toprakla oynayıp yalınayak yürümeden büyümeleri olduğunu düşünüyorum.” dedi.
Anne ve Toprak
Pedagog Ali Çankırlı göre ise, çocuğun fiziksel ve ruhsal yönden sağlıklı büyümesinin olmazsa olmaz iki şartı vardır: Anne ve toprak. Özellikle büyük şehirlerde anneden ve topraktan yoksun, bakıcı elinde/kreşte ve kapalı alanlarda yetişen çocuklar fiziksel ve ruhsal yönden geri kalmaktadır. Anne yoksunluğunun çocuk ruh sağlığı üzerindeki etkileri konusunda pek çok araştırma yapılmış olmasına rağmen, topraktan yoksunluğun etkileri konusunda yeterli araştırma yapılmamaktadır. Tabiattan yoksun çocuk
Toprağa ayağı değmeyen, güneşten, açık havadan, çiçekten, çimenden, ağaçtan, böcekten, kuştan uzak; dört duvar arasında, beton evlerde, tabiattan kopuk yetişen çocuklarda “doğa yoksunluğu sendromu” adıyla dikkat eksikliğine, endişeye ve depresyona yol açan psikolojik bir rahatsızlık ortaya çıkmaktadır. Doğa yoksunluğu sendromuna maruz kalan çocuklar kendilerine yabancılaşmakta, çok iyi bakılıp beslenseler dahi soluk benizli, düşük enerjili, çabuk yorulan ve çabuk hastalanan bir kişiliğe sahip olmaktadırlar.
Büyük şehirlerde, bir köy nüfusunun bir binaya sığdırıldığı yerlerde oturan, doğduğu günden itibaren günün büyük bir bölümünü kapalı alanlarda, doğadan uzak geçiren çocuklar meyvenin ve sebzenin manavdan ve pazardan geldiğini zannediyor. Ağacın çiçek açtığını, tomurcuklandığını ve meyveye durduğunu gören, meyveyi dalından koparıp yiyen şehirli çocuk sayısı yok denecek kadar azdır. Bu çocuklar ekmeğin de bakkaldan ve fırından geldiğini zannediyorlar.
“Doğadaki Son Çocuk” kitabının yazarı Richard Louv'a göre, özellikle son yıllarda çocukların sürekli kapalı yerlerde kalmaları, enerjilerini boşaltamamaları, doğadaki canlılarla duygusal iletişim kurmamaları, okulda beden dersi ve teneffüs saatlerinin azalması, televizyon ve bilgisayar başında geçirilen zamanların artması hiperaktivite ve dikkat eksikliğine yol açmaktadır.
Doğada, çiminler üzerinde, ağaçların arasında arkadaşlarıyla oyun oynayan çocuğun bütün duyguları aktif haldedir. Kendisinden daha büyük olan bir canlı hayatın/tabiatın parçası haline gelmektedir. Hareket ediyor, duyuyor, görüyor, kokluyor, tadıyor, düşünüyor, temiz havayı teneffüs ediyor, kanı temizleniyor, beyni tazeleniyor.” Ayakları toprağa deymiyor
Küçük çocuklar oyun alanlarına ihtiyaç duyuyorlar. Evlerde eşyaların arasında, ebeveynlerin sürekli uyarıları ile karşılaşıyorlar. Oysa, büyümek için oyun alanlarına ihtiyaçları var. Bu alanları çocuklara sağlayamıyoruz. Çocukluğunda mahalle yaşantısında büyümüş olan yetişkinler evlerine ne kadar yorgun bir şekilde girdiklerini hatırlasınlar. Yakın bir geçmişe kadar çocukluk dışarıda, daha fazla alana sahip olarak yaşanıyordu. Büyükşehirler çocuklara ihtiyaç duydukları o fiziksel alanı hem evlerde hem de dışarıda sağlayamıyor, maalesef. Çocuklar büyürken biyolojik gelişimi ve psikolojik gelişimi için açık alanlara fazlaca ihtiyaç duyuyorlar. Stres seviyelerini artıran bir diğer neden de eskilerin tabiri ile ayaklarının toprağa değmiyor olması, hareketlerinin kısıtlanmış olması (dur çocuğum, yapma çocuğum, otur çocuğumlar da cabası).
Fiziksel hareketliliği sağlamak bu süreçte önemli.
Çocukların bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjileri yok. Sadece hareket edecek alanları ve zamanları kısıtlanmış durumda. Evlerdeki eşyalara zarar gelmesinden, ses yapmalarından endişe edildiği için ya da ebeveynlerin günün sonunda yaşadıkları yorgunluktan dolayı çocukların durması, oturması isteniyor. Bu doğalarına ters. Öncelikle bu beklentiyi bir kenara bırakmak lazım. Durmayacaklar ve hareket etmeye ihtiyaçları var. Çocukların büyümek için keşfetmeleri bunun içinde hareket etmeleri, gerekiyor.
Bu onların doğası.
Çocuklar bu alansızlık ve yalnızlık içinde “yaramaz” “söyleneni yapmayan” “hiç durmayan” olarak etiketlenebiliyorlar.