Can Çiftçi'nin Fikir Turu'nda yayınlanan, “Sinsi bir epidemi doğuyor: Otoimmün hastalıkları” başlıklı makalesi:
Bedenimiz sandığımız kadar mükemmel çalışmıyor. Bağışıklık sistemimiz ise bu kusurlu sistemdeki aksaklıkları yansıtan harika bir örnek.
Biliyorsunuz, bağışıklık sistemi bedeni virüs, bakteri, mantar, parazit ve benzeri canlı ve cansız birçok zararlı etkenden koruyor. Hatta hasarlı ve işlevini yerine getiremeyen yapıları, otonom hale gelmiş yani “kanserleşmiş” hücreleri bile bağışıklık sistemi sayesinde bertaraf ediyoruz.
Ancak bu kadar aktif çalışan ve agresif olması gereken yapının bazen kafası karışıyor ve kendi dokularınıza karşı da reaksiyon oluşturabiliyor. Bu noktada “otoimmün hastalık” dediğimiz bir grup sorun ile karşılaşıyoruz.
En çok bilinen otoimmün hastalıklar çölyak, tip 1 diyabet, hashimoto tiroiditi, romatoid artrit, ülseratif kolit, SLE olarak sıralanabilir.
Bilinen 100'e yakın otoimmün hastalık var ve bu hastalıklar bağışıklık (immün) sisteminin özel bir doku grubuna karşı oluşturduğu reaksiyon veya verilen immün sistem tepkisine göre gruplanıyor. Dolayısıyla saçtan deriye kadar neredeyse tüm yapılar için oluşan otoimmün hastalıklar söz konusu. Gerçek bir epidemi mi?
Epidemi, bulaşıcı hastalıklar için kullanılan bir tanım. Ama epideminin “hızla yayılma” özelliği, bizim de bu benzetmeyi yapmamıza neden oluyor. Çünkü otoimmün hastalıkların sıklığı 1950'lerden bu yana şaşırtıcı ve tehlikeli bir şekilde artıyor.
Bu artış o kadar hızlı ki belli otoimmün hastalıklarda tedavi için oluşturulan yeni moleküller kullanıma girdikten kısa süre sonra daha ağır vakalar tanımlanıyor ve tedavi için daha güçlü moleküller aranmaya başlanıyor.
Görsel 1'e baktığımızda, yakın tarihimize gelmeden bile otoimmün hastalıkların sıklığını birkaç kat arttırmış olduğunu görüyoruz.
Peki, bu artışın nedeni ne ve bu hastalık grubunun kökeninde ne var? İşte bu soru çok az soruluyor. Daha çok hastalığın oluşturduğu hasar ve bu hasarı azaltmak için uygulanacak protokollere odaklanılıyor. Durum böyle olunca da çoğu zaman amaç tedavi olmak değil, günü kurtarmak oluyor. Otoimmün hastalıkların kökeninde ne var, neden arttı?
İnsanoğlunu yıllardır hayatta tutan bağışıklık sistemi neden bir gün hücrelere saldırmayı seçti?
Bu sorunun tek bir cevabı yok ama bildiğimiz birkaç sebebi paylaşmak istiyorum:
İlk sırada genetik geliyor. Bazı genetik değişiklikler bağışıklık sisteminin belli şartlar altında daha fazla reaksiyon oluşturmasına neden olur. Bunun en güzel örneği, çölyak yani glüten alerjisinde ortaya çıkar. Çölyaklı bireylerin büyük kısmı (%90'dan fazlası) kromozomlarımızda bulunan ve insandan insana en sık değişiklik gösteren HLA DR3-DQ2 ve DR4-DQ8 pozitif olarak görülür. Bu şekilde glüten moleküllerine daha fazla reaksiyon geliştirebilir. Aynı şekilde lakabı “anne-kız hastalığı” olan hashimoto tirodinde genetiğin önemli olduğu biliniyor.
İkinci etken, patojenler yani insanları hasta edebilecek mikrop ya da organizmalar… Çevremiz patojen canlılar ile dolu. Bakteriler, mantarlar ve virüsler gibi yapılar belli durumlarda bağışıklık sistemini düzensiz şekilde uyararak aşırı reaksiyon geliştirmesine neden olabilirler. Her gün yüzlerce farklı patojen ile karşılaşıyoruz, bunu hijyene alışmış bir immün sisteme yaptığınız zaman ciddi reaksiyonlar görmeniz çok olası. Şu an literatürde etkisi kanıtlanmış birden fazla otoimmün hastalık-patojen ilişkisi mevcut.
Belli patojenler için fazla steril ortamda yaşadıktan sonra enfekte olmak risk oluşturur yani anneniz sizi apartman dairesinde büyütmüşse ve siz 15 yaşında toprakta oynamaya başladıysanız ilk alacağınız toprak kaynaklı patojen immün sisteminizde aşırı reaksiyon ile sizi hasta edebilir.
Üçüncü etken ise toksik maruziyet. Çevremiz toksinler ile kaplanmış durumda. Yediğiniz balıktaki mikroplastik, dişinizdeki dolgudaki civa, egzoz gazındaki kurşun, pet şişedeki BPA ve nicesi. Hepsinin oluşturduğu toksisite mekanizması farklı olmasına rağmen sonuç aynı: Kronik inflamasyon yani iltihap. Bu durum aynı patojenlerde olduğu gibi bir süre sonra anormal immün yanıt oluşturmaya başlar. Yapılan çalışmalarda, birçok toksinin otoimmün hastalıkların tetikleyicisi olabileceği gösterilmiş durumda.
Otoimmün hastalıkların sebeplerini ele alırken hormonlar, uyku, kan şekeri regülasyonu gibi değinilmesi gereken pek çok etken var ama çok önemli bir başlık ayrıca öne çıkıyor: Beslenme! Beslenme ve otoimmünite arasında gerçekten ilişki var mı?
Bedenimiz aslında yediklerimiz sonucunda şekillenen bir yapıdır. Dökülen saçınız, ölen kan hücreleriniz ve görmediğiniz tüm dokularınız yakın zamanda tükettiğiniz besinlerin bir sonucudur. Bedeninizde ortaya çıkan tüm hastalıklar doğrudan ya da dolaylı olarak yedikleriniz ile ilişkilidir.
Örneğin hashimato tiroiditi hastalarını ele alalım. Bu hastalıkta sorun, tiroid dokusuna karşı gelişmiş antikorlardır. Bu antikorlar tiroid dokusunu hasarlayarak insanların dışarıdan tiroid hormonu almaya bağımlı kalmasına neden olur.
Yapılan çalışmalarda glüten alerjisi olan kişilerde hashimoto tiroiditinin görülme riskinin daha fazla olduğu ve glütensiz diyet ile beraber tiroide karşı gelişen reaksiyonun azalabileceği ortaya kondu.
Bu ve benzer çalışmalara dayanarak olası nedenlerden birinin glüten molekülleri ile tiroid dokusundaki belli hücrelerin bazı moleküllerinin benzerlik göstermesi olduğu düşünüyoruz. (Görsel 2). Bu durum glüten alan bireyin bedeninde daha fazla reaksiyon oluşması ve otoimmün hastalığın şiddetlenmesi anlamına geliyor.
Aşırı kalori alımı da otoimmün hastalıklarla ilişkili bir diğer unsur. Nasıl mı? Yüksek kalori alımı leptin denen bir hormonu arttırır. Bu doğal bir tepki olmasına rağmen leptin hormonu bedenin bağışıklık (immün) sisteminin en hassas ayarlarından biri olan T hücrelerinin dengesini bozar ve bu noktada otoimmünite kökenlerinden biri olabilir. Aynı senaryoda artan bir diğer hormon olan insülin ise B hücreleri denen ve yine immün sistemin kumandası rolünü üstlenmiş bu grubun daha fazla sitokin salmasına neden olabilir.
Sitokinleri, hücrelerin birbiri ile haberleşmesi ve birçok diğer fonksiyon için kullanılan proteinler olarak tanımlayabiliriz. Sitokinler bağışıklık sistemi uyarısını ileterek daha fazla iltihap oluşmasına neden olabilir, daha fazla iltihap ise daha fazla hasar olarak karşımıza çıkar. Sonuç olarak aşırı beslenme de otoimmüniteye sebebiyet verir.
Oldukça sık görülen bir diğer otoimmün hastalık ise multiple skleroz yani kamuoyunda bilinen adıyla MS. Otoimmün hastalıklarla beslenme arasındaki ilişkiyi çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyan örnekler var.
Bunlardan birisi de, MS'e yakalanan, hastalık nedeniyle yürüyemez hale geldikten sonra diyetini değiştirerek inanılmaz bir şekilde iyileşen hatta tekerlekli sandalyeden kalkan Dr. Terry Wahls'un hikayesi… Kendisi de bir hekim olan Dr. Wahls deneyimini kitaplaştırırken beslenmenin önemini uygulamalı olarak milyonlarca insana da göstermiş oldu.
Beslenme konusunda bilinçlenmek zamanla hayatınızda olan, sağlıklı olduğunu düşündüğünüz kimi gıdalar üzerine de tekrar düşünmeyi gerektiriyor. Örneğin sıkça tüketilen füme et; salataya eklenen somon fümeden kahvaltılarda “lezzet ve lüks” görünüm sağlayan et ürünlerine kadar geniş bir yelpazemiz var. Ancak elde edilen son veriler, füme et ürünleri tüketmenin MS riskini arttırabileceğini ortaya koyuyor. Mekanizma hâlâ net değil ama tahminler füme ürünlerin inflamasyonu yani iltihabı arttırdığı, dokudaki oksidatif stresi kötüleştirdiği, bulundurduğu bir tür zehirli madde olarak tanımlanabilecek poliaromatik hidrokarbonların hücre düzeyinde immün sistemin dengesini bozduğu yönünde.
Konuyla ilgili örneklerin sonu yok. Geçirgen bağırsak ile beraber otoimmüniteyi tetikleyen süt ürünleri ya da birçok ülkede yasaklanmış ama ülkemizde hâlâ kullanılan bir tarım ilacı olan glifosata maruz kalan besinler (özellikle soya, mısır ve diğer tahıllar, pamuk ve kanola bitkileri) ile tetiklenecek çölyak gibi ürkütücü örnekler var.
Otoimmün hastalıklarda beslenmeyi değiştirmenin olumlu sonuçları çok fazla. Bu nedenle geçici bir tedavi yerine sonunun kökenine inerek kalıcı bir çözüm için beslenme tarzını değiştirmek ilk adımlardan biri olmalı.
Klinikte sadece beslenme düzenini değiştirerek iyileşen onlarca otoimmün hasta görmüş bir hekim olarak özellikle altını çizmek isterim ki başarısız olmak için hiçbir sebep yok.
Ancak her otoimmün hastalık için farklı ve özel öneriler olmalı. Fakat daha detaylı ve spesifik bir beslenme programına geçmeden önce, ana hatlar hakkında bilgi sahibi olmak ve bazı tedbirler almak, sizleri bir sonraki aşamaya hazırlayabilir.
1.Öncelikle ye/yeme listesi oluşturun. Basit bir başlangıç yapmak isterseniz Paleo yani taş devri beslenmesine geçebilirsiniz. Eğer daha ayrıntılı bir sistem oluşturmak isterseniz otoimmün protokol olarak bilinen ve süt ürünleri, tahıl, baklagil, çay/kahve, alkol türevleri, domates, çilek, üzüm, biber, patlıcan, patates, mantar ve daha birçok besin kısıtlanarak hastaların bağırsak sağlığını iyileştirmeyi ve otoimmün hastalığının şiddetini azaltmayı amaçlayan beslenme sistemine de geçilebilir.
Paleo beslenmesinde mantık basittir; tüketilebilecek besinlerin en az işleme tabi tutularak olabildiğince saf kullanılması esastır. Yani tahıl, baklagil, süt ürünleri ve işlenmiş besinler kullanılmaz. Adı üstünde Taş Devri dönemindeki yani tarım, hayvancılık ve sanayinin olmadığı, sadece avcılık ve toplayıcılığın geçerli olduğu dönemdeki beslenme düzeni hedeflenir. Dolayısıyla et ürünü, sebze, meyve ve kuruyemiş ağırlıklı beslenilir. Bu konudaki Türkçe en iyi kaynak Prof. Dr. Ahmet Aydın'ın “Taş Devri Beslenmesi“ adlı kitabıdır.
2.Besinleri yıkarken tarım ilacından da kurtulun. Besinleri yıkarken özellikle sodyum bikarbonat “İngiliz karbonatı” kullanmak, tarım ilacına maruz kalma oranınızı azaltır.
3.Sık beslenmemeye dikkat edin. Günde 1-2 öğün ile uygulanan aralıklı oruç protokollerini değerlendirmek oldukça yeterli olacaktır. Aç kalmak immün sistemi modüle ederek daha efektif çalışmasına yardım eder.
4.Renkli beslenmeye çalışın. Besinlerde bulunan renkler çoğu zaman farklı besin öğeleri ve antioksidanları ifade eder. Bu sayede immün sistemin efektif çalışabilmesi için ihtiyaçları daha iyi karşılayabilirsiniz.
5.Uyarıcı içeceklerden uzak durun. Stres hormonu seviyelerini arttırabileceği için kahve ve çay gibi “uyarıcı” içeriğe sahip yeşil çay dahil tüm bitkisel içecekleri azaltın/bırakın.
6.Özel bir durum yoksa tüm besinleri az pişirmeye çalışın. Bu durum besinlerin içerisindeki antioksidan ve vitaminlerin birçoğunu kaybetmenizi engeller. Özellikle suda çözünen vitaminlerin çoğu sıcaklığa hassastır.
7.Gluten tüketiminde dikkatli olun. Glutensiz olması hiçbir besini iyi yapmaz. Paleo diyeti ve otoimmün protokolde tohumların neredeyse tamamı yasaktır.
8.Süt ürünlerini tüketirken bir daha düşünün. Süt ürünleri sanılandan daha büyük sorun oluşturur. Şirden mayalı olması, manda yoğurdu şeklinde yapılması hiçbir şey ifade etmiyor. Evet, bugüne kadar farklı öğretiler duydunuz ama otoimmün hastalıklarda reaksiyon oluşturan proteinlerin hiçbiri mayalanma ile azalmaz yani sütün yoğurt ya da peynir halinde olması bile immün sistemi tetiklemesini önlemez.
9.Hayvansal proteini tüketirken dikkat edilmesi gereken birkaç püf noktası var. Hayvansal protein kaynaklarını (özellikle et ürünlerini) yüksek sıcaklıkta pişirmek protein yapısını bozduğu için inflamasyon oluşturabilir. Et ürünleri zararlı değil ancak yüksek sıcaklıkta ve dumanlanmadan olabildiğince az ve kısa pişirmek gerekiyor.
10.Detoksifikasyon yöntemlerini keşfederek deneyin. Kereviz sapı suyu, su orucu protokolleri, karnivor beslenme gibi birçok farklı tekniğin özel hastalıklarda ciddi ve olumlu etkileri var.
Can Çiftçi kimdir?
Dr. Can Çiftçi – Çiftçi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra klinikte obezite ve kronik inflamatuar hastalıklara ilgi duymaya başladı, ardından ardından fizyoloji doktorasına giriş ile beraber fonksiyonel tıp alanında çalışmaya başladı. Ketofasting adlı kitabın yazarı olan Dr. Can Çiftçi ağırlıklı olarak özel beslenme protokolleri, aralıklı oruç ve düşük/çok düşük karbonhidratlı beslenme, kene kaynaklı hastalıklar (tick borne diseases), endokrin ve yaşlanma fizyolojisi alanında çalışıyor. Dr. Can Çiftçi İç Hastalıkları ihtisasına devam ediyor.
Kaynak: fikirturu.com