İnsanın Tanrı’ya öykünmesi ve transhümanizm
Prof. Dr. Şinasi Gündüz, aşağıdaki “İnsanın Tanrı’ya öykünmesi ve transhümanizm” başlıklı yazısında, insanın ölümsüzlük, her şeye güç yetirme gibi arzu ve tutkularının tarihsel tezahürlerinden hareketle insanın ilahlaşma çabasını ele alıyor ve transhümanizmin tanrısallığa öykünmeye dair modern bir ideoloji olduğunu tartışıyor.

Oluşturma Tarihi: 2021-10-28 18:31:38

Güncelleme Tarihi: 2021-10-28 18:31:38

Kur'an'a göre insanın kaçınması gereken en büyük günah; Allah'a karşı haddini aşması, Allah'ın iradesine, gücüne ve kuvvetine başka şeyleri ortak edinmesidir. Allah'a karşı haddi aşma yani “tuğyan” olarak nitelenen bu günah, insanın Allah'ın düzenine başkaldırması, Allah'ın belirlemiş olduğu sınırların çiğnenip, Allah'a şirk koşulmasıdır.

Kur'an, Allah'ı bırakıp ya da Allah'la birlikte başka şeylerin ilah edinilmesini esas alan bu zihin yapısını ve buna dayalı bir bireysel ve sosyal yaşamı “cahiliye” olarak niteler. Cahiliye insanının Allah'a karşı haddi aşan zihin yapısında, tutum ve davranışlarında en görünür özelliklerinden birinin ise insanın kendi tutkularını, arzu ve ihtiraslarını ilahlaştırması olduğu belirtilir. “Hevâsını ilah edineni görmez misin”, ifadesiyle (Furkan, 43; Casiye, 23) böylesi bir zihin yapısına dikkat çeker.

Baştan sona Kur'an, mülkün sahibinin, yaşamı ve ölümü yaratıp bunlara hükmedenin ve mutlak irade sahibi olanın yalnız Allah olduğunu hatırlatır. Bununla insana, güç ve iktidarın mutlak sahibi olan Allah'ı bırakıp da kişisel arzu ve ihtirasların ya da başka şeylerin/varlıkların ilahlaştırılmaması gerektiğini vurgular. Bunun aksine olan tutum ve davranışlar, Allah'ın asla affetmeyeceği bir suç olarak nitelenir. Zira bu, Allah'a, Allah'ın iradesine ve düzenine karşı bir başkaldırıdır.

İslam'dan başka diğer dinlere ait kutsal metinlerde de insanın ilahlaşma arzusuyla bunun tezahürlerinin büyük bir suç olarak değerlendirilmesine dair vurgular vardır. Örneğin Yahudi ve Hıristiyan kutsal metinlerinde insanın henüz cennetteyken, yılanın/iblisin ayartmasıyla işlediği suçun, her şeyi bilme ve ölümsüz olma isteği olduğu belirtilir. İnsan, bu arzusu uğruna yasak meyveden yemiş ve Tanrı, bu suçu işleyerek bizden biri gibi olmaya çalıştı diyerek onu cezalandırıp cennetten kovmuştur (Yaratılış 3). Burada da insanın Tanrı'ya karşı işlediği temel suç; Tanrı'nın kendisi için belirlediği sınırlara riayetsizlik, yaşama dair tutkularının, arzu ve isteklerinin ilahlaştırılması, bir diğer ifadeyle her şeyi bilme ve ebedilik gibi tanrısal sıfat ve niteliklere öykünmesidir.

İnsanın doğaüstü güçler elde etmesi özlemine dair anlatılar, Eski Mezopotamya'dan Eski Yunan'a kadim dini geleneklerin metinlerinde de yer alır. Bu anlatılarda, insanın sahip olduğu sınırları zorlamasına, her şeye sahip olma, her şeyi bilme ve ebedilik arzusuna dair öyküler yer alır. Gılgamış destanında kahraman Gılgamış, ölümün üstesinden gelmek ve her şeye üstün olmak arzusuyla ölümsüzlüğün sırrını bulma macerasına koyulur. Benzer şekilde Eski Yunan mitolojisinde ölümsüzlük gibi tanrısal niteliklere öykünen ve tanrıların sahip olduğu gücü ve bunun araçlarını elde etmeye çalışan ölümlülerden bahsedilir.

Her şeye güç yetirme, mutlak iktidar ve ölümsüzlük gibi tanrısal niteliklere sahip olma, tarih boyu birçok iktidar sahibinin bir şekilde temel bir tutkusu olmuştur. Bunun bir yansıması olarak krallar ve yöneticiler kendilerinin bir tür tanrısal niteliğe ve meşruiyete haiz olduklarını iddia etmişler, dolayısıyla kendilerine ve düzenlerine Tanrı adına itaat edilmesini istemişlerdir. Roma imparatorlarının, Mısır firavunlarının ve Eski Mezopotamya krallarının pozisyonu budur.

Hatta orta çağ ve devamında tesis edilen teokratik kilise devletinde bazı papaların kendilerini sıradan bir insan değil, Tanrı ile insanlar arasında bir konumda olan kişi şeklinde betimleri de bu nedenledir. Örneğin Papa III. Innocent, papanın belki Tanrı olmadığını ama insan da olmadığını, Tanrı ile insan arasında otoritesinde sınır olmayan bir varlık olduğunu savunmuştur. Böylelikle Papa, mutlak itaat edilmesi istenilen bir güç olduğu iddiasıyla kendisine itaati sahip olduğu konum itibarıyla tanrısal meşruiyet zeminine oturtmaktadır.

İnsanın sınırlarını aşmasına, ölümsüzlük ve her şeye güç yetirme gibi yetiler edinmesine dair çabası modern dönemde de sürmüştür. Öyle ki kabaca Rasyonalite Çağı sonrası birçok kişi, insanın din ve inanç da dahil kendisini sınırladığı düşünülen engelleri aşması sloganıyla yola çıkmıştır. Her konuda insanın kendi aklını kullanması gerektiği ve ancak böylelikle gerçek anlamda özgürleşebileceği ifade edilmiştir. Geleneksel dinlerle dini kurumların ve bunların öğretilerinde yer verilen Tanrı, vahiy gibi unsurların yalnızca aklını kullanma konusunda insanı sınırladığı düşünülmüş ve insanın bunlardan bağımsız olarak yalnızca aklıyla ve tecrübi verilere dayalı bilimle hareket etmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Bu yaklaşım özellikle 19. yüzyıl ve devamında Tanrı'nın yerine insanı, tanrısal irade ve vahyin yerine aklı ve pozitivist bağlamda bir bilimselliği geçiren anlayışların ikamesini sağlamıştır. Comte'un “insanlık dini” projesinde ya da seküler hümanizmde olduğu gibi, pozitivist temelli din algılarının gerçek özgürleşmeyi ve ilerlemeyi sağlayacağı savunulmuştur.

Tüm bunlar dikkate alındığında, insanın tanrısal niteliklere öykünmesinin ya da ilahlaşma/tanrılaşma isteğinin geçmişten günümüze çeşitli çevrelerce sürdürüldüğü ortadadır.

Günümüzde bireysel ve sosyal yaşamda Tanrı'yı ve tanrısal iradeyi dışlayan ve yalnızca insanı, aklı ve bilimselliği esas alan yaklaşımlar da insanın tanrıya öykünmesine dayalı tutumunun bir uzantısıdır. Evrimselleşmeye dayalı bir yaklaşım ile insanın sürekli gelişip değiştiğini, içinde yaşadığı evrenin gerçek patronu olduğunu, akıl ve bilim yoluyla bugünü ve geleceği şekillendirme yetisine sahip olduğunu savunan yaygın söylem, gerçekte insanı tanrılaştırmaktadır. Ya da en azından sahip olduğu/olacağı düşünülen yetiler ile insana Tanrı'ya özdeş bir pozisyon atfetmektedir.

Eski Yunan tektanrıcı düşünürlerinden Xenophanes, antik dönem antropomorfik politeizminin Tanrı'yı, aşkın özelliklere sahip yüce insan olarak tasavvur etiğini söyleyip bunu eleştiriyordu… Çünkü ona göre antik dönem politeizmi tanrıları insan biçimli ve suretli ideal aşkın varlıklar şeklinde betimliyordu. Günümüzde ise, tanrısal niteliklerden hareketle teomorfik, daha doğrusu teopopetik insan tipolojisi kurgulanıyor. Yani ölümsüzlük, mutlak güç sahibi, her konuda her şeye yön verip hükmetme gibi tanrısal niteliklere haiz bir insanlık ideali…

Tanrı'nın varlığına ya da yokluğuna dair felsefi tartışmalar bir tarafa, akılla ve bilimle yalnızca kendisine değil etrafında cereyan eden tüm sürece hâkim olan, buna yön veren ve geleceği planlayıp düzenleyen bir insan tipolojisi kurgulanıyor. Bilimkurgu romanlardaki ve sinemadaki doğaüstü güçlere sahip olan süper kahramanlar modern insanın bu özlemini ifade ediyor.

Tabi ki bu özlem yalnızca bilimkurgu ürünlerle sınırlı kalmıyor. İnsanın kendisini çevreleyen ve özgürlüğünü sınırladığı düşünülen her şeyden kurtulması gerektiği savunuluyor. Bu sınırlar ister teist metafizik geleneklerin vurguladığı gibi Tanrı isterse materyalist pozitivist geleneklerde öne çıkarıldığı şekilde doğa ya da evren olsun, fark etmiyor…

İnsanın kendisini çevreleyen ve sınırlayan şeylerden gerçek anlamda özgürleşerek yetilerini tam anlamda kullanabileceği ve böylelikle yoksunluklarının üstesinden gelebileceği ileri sürülüyor. İnsanın bilim ve teknoloji aracılığıyla yaşlılık, hastalık, ölüm, mutsuzluk ve benzeri akla gelebilecek her sorunun, her yoksunluğun üstesinden geleceği savunuluyor.

Teknolojik imkanlarla ve bilimsel verilerle insanın ve insan tabiatının yeniden inşası şeklinde özetlenebilecek transhümanizm ve bunun bir adım sonrası olarak tanımlanan posthümanizm, insanlığın kendi yapısı ve evrimleşmesi konusundaki inisiyatifi ele alması gerektiği tezinden hareket eden böylesi bir akımdır.

İnsanın biyolojik yapısı ve gelişimi konusunda yaratıcı bir Tanrı inancına yer veren dinler, yaşamı ve ölümü yaratan ve insan hayatına yön veren üstün güç olarak Tanrı'yı ön plana çıkarırken, bu tarz akımlarda yaşam ve ölüm konusunda da söz sahibi olması gerekenin insan olduğu vurgulanır. Bu söz sahipliğini insanın akılla ve bilimle başaracağı belirtilir.

Buna göre insanın mutlak hedefi mevcut biyolojik yapısının sınırlılıklarından ve yoksunluklarından kurtulup tam anlamıyla özgürleşmek olmalıdır. Bilim ve teknoloji aracılığıyla her sorunun üstesinden gelinebilir. Ölüm, zayıflık, güçsüzlük, mutsuzluk ve benzeri her konuda eksikliklerin ve zayıflıkların ortadan kaldırılması mümkündür. Teknoloji insanın istenilen tarzda gelişmesine katkı sağlayıp gelecekteki evrimleşmeyi belirleyebilir. Bu nedenle nano ve bio-teknolojiden, genetik mühendisliğine ve kök-hücre teknolojisine tüm teknolojik imkanlar ve bilimsel veriler, insanın bu sınırlılıklarının ortadan kaldırılması için kullanılmalıdır.

Görüldüğü gibi, kutsal metinlerde Tanrı'ya başkaldırı öyküsü olarak anlatılan ölümsüzlük ve her şeyi bilme isteği ya da antik döneme ait metinlerdeki ölümsüzlüğe ve diğer tanrısal güçlere, niteliklere öykünme isteği modern dönemde de devam ediyor.

İnsan, özgürlüğünü ve tutkularını sınırladığını düşündüğü engelleri zorluyor; sahip olduğu mevcut yetilerle bireysel ve sosyal yaşamını sürdürüp anlamlandırmayı değil, daha fazlasını talep ediyor. Mevcut biyolojik yapısının sınırlarından, yoksunluklarından kurtulmayı, ölümsüzlüğü arzuluyor. Güç ve iktidardan, geleceği belirlemeye kadar her konuda kendisinin patronu olmak, bugünü ve geleceği kendisi planlamak istiyor.

Peki böylesi bir ihtiras ve tutku, insanı sorunlarından kurtarıp gerçek anlamda mutluluğu sağlar mı? İnsanın Tanrı'ya, tanrısal niteliklere öykünmesine dayalı bu zihin yapısı, yoksa insan için bir huzursuzluk ve fesat kaynağı mıdır?

Kur'an'ın bu konularda verdiği mesaj gayet nettir. Her konuda yalnızca Allah'ın belirleyici bir egemen güç olması inancını merkeze alan İslam'ın hakikat anlayışı bağlamında Kur'an, göklerde ve yerde tüm mülkün sahibinin kadiri mutlak olan Allah olduğunu, O'ndan başka bir üstün gücün, bir ilahın bulunmadığını, şayet yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar söz konusu olsaydı ikisinin de düzeninin bozulacağını vurguluyor (Enbiya 22).

Bu durumda, Kur'an'a göre insanı Allah'tan, Allah'ın iradesini esas almaktan uzaklaştıran her anlayış, insana mutluluk ve huzur getirmeyecek, insanı kendi var oluş gayesinden ve amacından uzaklaştıracaktır. İnsana düşen görev, tanrısal niteliklere öykünmek, kendisini ya da aklını ilahlaştırmak olmamalıdır. İnsanın yapması gereken, yaşamını ve tüm imkanlarını Allah'ın belirlediği tarzda kullanmasıdır. Haddi aşmayı, bozgunculuğu, benliğini, çıkar ve menfaatlerini ilah edinmeyi reddetmek insanı hem Rabbiyle hem de kendisiyle ve çevresiyle barışık ve huzurlu yapacaktır.

Rabbini göz ardı ederek, tutku ve ihtiraslarını kendisini yönlendiren üstün güçler haline getiren insan yeryüzünde fitne ve bozgunculuk kaynağı olacaktır. Bu nedenle insan, aklını ve Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu her nimeti yeryüzündeki yaşamın ifsadı değil ıslahı için kullanmalıdır.