Faysal b. Ali el-Kamili* / TİMETURK
“Yeni Dünya Düzeni” kavramı, çağdaş siyasette pek önemli bir yere sahip ve çok kullanılıyor olmakla beraber bu kavram gizli inançlar ve cuntalarla ilgili ve bağlantılı olduğundan bir o kadar da gizlidir.
Araştırmacılar, bu düzenin türlü türlü aldatma ve hileleriyle Birleşmiş Milletler Örgütünün kendisi veya BM’nin uzantısı olan haçlı bir organizasyondan ibaret olduğunu belirtmektedirler. Amacı ise, bağımsız ve egemenlik sahibi olan ülke ve hükümetlerini başkenti Kudüs olan, gizli ve uluslararası bir hükümete dönüştürmektir.
Haçlı ruhunu taşıyan batılılar, kurmuş oldukları uluslararası kuruluşlar, Bileşmiş milletler örgütünün selefi olan “Cemiyeti Akvam / Milletler Cemiyeti” ve benzeri örgütlenmelerle bu Yeni Dünya Düzeni düşüncesini yürürlüğe sokmaya çalışmışlardır.
Baba George W. Bush “Yeni Dünya Düzeni”ni tanımlarken yukarıdaki bağlantıya işaret etmiş ve bu kavramı şöyle tanımlamıştır: “Birleşmiş Milletler Örgütü kurucularının vaadini ve öngörüsüne gerçekleştirecek, güvenilir birleşmiş ülkelerin barışı sağlamada rol aldıkları bir düzendir.”
“Birleşmiş Milletler”den ibaret olan “Yeni Dünya Düzeni”, bu haçlı düzene baş eğmeyen tüm ülkelere ekonomik siyasi ve askeri müdahale etme hakkına sahiptir. Bu despotik role, CIA eski başkanı ve Dış İlişkiler Konseyi üyesi Stansfield Turner Körfez krizi değerlendirmesinde işaret etmişti: “Örnek olarak Birleşmiş Milletler ile Irak arasındaki durum. Şöyle ki, Birleşmiş Milletler bağımsız bir ülkeye müdahale etmektedir… Bu ilk olmakla birlikte harika bir durumdur. Ve diğer ülkeler için de başvurulması gereken bir yöntemdir.”
Evet, “Yen Dünya Düzeni’nin” Afganistan’da Libya’da ve Fildişi Sahilinde yürürlükte olduğunu ve bu düzene karşı durabilecek tüm güçleri imha etmeye devam edeceklerini görmekteyiz.
Bu küresel despotizmin dayanakları ve öne sürdükleri gerekçeler, barışı yaygınlaştırma ve anarşizm ortamına son verme bahanesiyle ülkelerin askeri güç ve kuvvetlerini yok etmekte ve ellerindeki silahları almaktadır. Haçlı ruhlu batılılar ise, gittikçe daha çok silahlanmaktadırlar.
Amerika Birleşik Devletleri 1961 yılında “Savaştan kurtulma: ABD’nin programı, silahların olmadığı barışçıl bir dünya” normal ülkeleri silahsızlandırma planında üç aşamaya değiniliyor ve nihayetinde Birleşmiş Milletlerin silahlanmasından söz ediyor. O zaman askeri güç bakımından hiçbir ülke, gittikçe güçlenen Birleşmiş Milletlere bağlı barış gücüne karşı koyamayacaktır.”
Ancak açığa çıkarılması ve işaret edilmesi gereken önemli bir husus var. O da “Yeni Dünya Düzeni” ya da “Birleşmiş Milletler Örgütü” veya “Küresel Hükümetler” Filistin sorununu çözme adı altında Kudüs’ü başkent yapmayı planlamaktadır. Bu aslında sır bir durum değildir. Tam tersine Mirleşmiş Milletler Örgütünün selefi olan “Cemiyeti Akvam” kurucusunun rüyasıydı. Edith Miller’in ölümünden sonra 1933 yılında yayınlanan, “Okült Teokrasi” adlı kitabında şöyle demektedir: “Milletler Cemiyeti Başkanı Lord Robert Cecil ABD’de yaptığı konuşmalarda Milletler Cemiyetinin Kudüs’ü nihaide ana merkez yapacağını bildirdiğini bilmekteyiz.”
Hıristiyan toplumlarının Kudüs’le olan bağlantıları ise, Tapınak Şövalyelerin Kudüs’ü kendilerine karargâh etmeleriyle başlamıştır. Tapınağa dönme umudu, Masonların da duygularını gıdıklamakta ve onları heyecanlandırmaktadır. Ve bunun için Kudüs’ü ele geçirmek isteyen haçlı projeyi kendi hedefleri doğrultusunda kullanmaktadırlar. Bu gerçeği, Masonluk tarihçisi John Robinson bundan yirmi yıl önce açıklamıştı: “Benim önerim şu ki, tüm dinlerle kardeşliği kabul eden beş milyona yakın Masonun, Süleyman tapınağını yüceltme yoluyla dini duruşlarını tekleştirip tapınak dağı (Kudüs) sorununu çözmeye girişmeleridir. Bunu da tüm dünyanın çıkarı için yapmalıdırlar. Batıdan doğuya doğru olan bu yolculuk uzun ve yorucudur. Ancak tanrının tapınağında yer alan herkese yeni bir anlam yüklenecektir. Tamamlanmayan Süleyman tapınağı böylece çok değişik bir yolla tamamlanmış olacak ve kutsal topraklara giden hacıların güvenlini sağlayan tapınak şövalyelerinin amacına uygun tavafta tamamlanmış olacak.
Diğer tarafta Bahailik projesi de, “Yeni Dünya Düzeni” ile içerik ve şekil açısından tam bir uyum içindedir. Bahaîlerin lideri Şevki Efendi, batılı efendileri kendisine telkin ettikten sonra şu kehanette bulunmaktadır: “Uluslararası bir gücün desteğiyle devletlerarası bir yürütme heyetinin kurulacağı ve uluslararası yasama heyetinin çıkartacağı kararların ve çıkartılan yasaların uygulanması ve tüm ulusların birliğini sağlamaya çalışan, tüm halklar için kültür başkenti misyonun üstlenecek, yaşam için tüm güçlerin toplandığı bir merkez olacak ve tüm aktivite ve faaliyetlerini bu başkentten idare edecektir.” Şüphesiz bu başkent Kudüs’tür.
Ancak görünen o ki, haçlı batılılar artık Müslüman ve Yahudi tarafların ikili görüşmelerine tahammül edemez oldular. Obama’nın Danışmanı Zbigniew Kazimierz Brzezinski, Stephen Solarz’la, Washington Post’ta gazetesine yazdığı makalede şu başlığa yer vermektedir: “Barışın sağlaması için, Obama’nın cesur bir kararla Ortadoğu’ya bir gezi yapması gerekir.” Yazısında Filistin sorunun çözülmesi için Kudüs’ün iki ülke arasında bölünmesi gerektiğini, eksi şehir, Mescidi Aksa ve Kıyamet Kilisesinin, Birleşmiş Milletler denetiminde olması gerektiğini öne sürer.
Kendisinin Haçlı Hıristiyan organizasyonun fahri şeref üyesi olduğunu açıklayan birinden bu türden teorileri duymak garipsenecek bir durum olmasa gerek. Asıl garip olan, bu önerinin Ahmed Qurei tarafından Starazburg’da Avrupa Parlamentosu önünde öne sürülenle aynı olmasıdır. “Kudüs ile ilgili bir anlaşmaya varmadığımız sürece, ben buradan ilan ediyorum ki, doğu ve batı Kudüs olmak üzere bölünmez ve devletlerarası olması gerekir. Yani İsrail’in veya Filistin’in başkenti olmak yerine tüm dünyanın başkenti olmalıdır.”
Aslında Brzezinski’nin sözünü ettiği şey bugünün planı değildir. Tam tersine 1974 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü Genel Kurulunda alınan 181. madde gereğidir. Yeni olan ise, kabul etmeyen iki tarafa bazı dayatmaları ve onlara karşı kullanılan dildir. Brzezinski makalesinde şöyle diyor: “İsrailliler veya Filistinlilerin müzakereler için ana formülü (planı) kabul etmemeleri halinde, Obama yönetimine düşen, farklı yollarla bu girişimi devam etmeleridir. Binaenaleyh Birleşik Devletler yönetimi, iki tarafa veya teklifi kabul etmeyene Güvenlik Konseyi aracılığıyla barış planının desteklenmesini isteyecektir. Bu destek talebi, elbette karşı çıkan tarafa uluslar arası baskı oluşturacaktır.”
Sade bir ifadeyle bu durum, Filistin ve İsrail taraflarının Kudüs’teki kutsal bölgelerle ilgili isteyerek veya istemeyerek Birleşmiş Milletler veya Yeni Dünya Düzeni egemenliğini kabul etmeleri gerekir anlamına gelmektedir. Geriye, Güvenlik Konseyi gözetiminde askeri seçenekten başka da bir yol kalmıyor.
Brzezinski önerisi ile Mahmud Abbas’ın “Güvenlik Konseyi” ne başvurarak ve 1967 yılından bu yana işgal altındaki Filistin toprakların vesayet altına alınma talebinde bulunma suretiyle İsrail makamlarını tehdit etme arasında ne tür bir farkın olduğu açıkçası anlamış değilim. Yoksa bölümleri önceden yazılmış bir tiyatro sahnesinin önünde miyiz?
Vesayet altına alınıp Kudüs devletleştikten sonra, Birleşmiş Milletler bağlı Vesayet Konseyi Kudüs’e bir yönetici atar ve Konseye karşı sorumlu olur. Bu atamada özel yeteneğe bakılacak ve vatandaşlık belirleyici olmayacaktır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 181. maddesinde açıkça belirtildiği üzere. Bu kararın gereği olarak Kudüs idarecisi-yöneticisinin yetkileri: “Bu yönetici Kudüs şehrinde Birleşmiş Milletleri temsil edecektir. Vekâleten, dış ilişkiler de dâhil tüm idari yetkilere sahip olacaktır. İç güvenliği sağlamak, kanun ve hukukun sağlanması için, özellikle şehirdeki kutsal mekân, yapı ve yerleri korumak için, şehrin yöneticisi fertlerin Filistin dışından olmaları kaydıyla bir polis teşkilatını kuracaktır.”
“Yabancı vatandaşların Kudüs şehrine girme ve orada oturum almakla ilgili “Vesayet Konseyi”’nin talimatları gereği şehir yöneticisinin yetkisi dâhilinde olacaktır. Yönetici, kutsal yerlerde veya dini yapılarda herhangi bir zamanda restorasyon yapılması gerektiğini gördüğünde, ilgili dini gruba gerekli yenileme ve restorasyon yapmalarını isteyebilir. Makul zaman diliminde ilgililerden cevap gelmemesi üzerine yönetici, ilgililerin hesabından yapma hakkına sahiptir.”
Kudüs şehrinin yöneticisi, kutsal mekânlar ve dini yapılarla ilgili kanunların devletin sınırları içinde dini hukuka uygunluğunu uygular ve ona yakışır saygınlığı gösterir. Değişik dini gruplar arasında veya aynı din mensubunun dini mekân ve yapılarla ilgili çıkabilecek tartışmalarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Yönetici devlet yönetiminde yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmek ve bunları üstlenmek için tam bir destek ve birçok imtiyaza ve dokunulmazlığa sahip olması gerekir.
Bu durumda Kudüs yöneticisi “Birleşmiş Milletlerin” veya “Yeni Dünya Düzeninin” temsilcisidir. Sahip olduğu dokunulmazlık ve donanmış olduğu yetkilerle, doğrudan uluslar arası ve dış ilişkiler konularla ilgilenmeden, hangi ülkeni vatandaşı olursa olsun istediğini şehre sokan ve istediğini de sokmayan bir statüye sahip, istediği inancın ibadet evini yapma ve dini gruplar arasında çıkan anlaşmazlıklara nihai söz söyleme hakkına sahip olacaktır.
En garibi ise, Kudüs yöneticisinin seçilme şartları arasında yasada şu şekilde belirtiliyor: “Filistin’deki iki ülkenin de vatandaşı olmamak” Filistinlilerden ve İsraillilerden olmayacağına göre kimlerden olacak bu yönetici?
Hadashot gazetesinin yayınladığı bir haberin özetinde, Yahudi asıllı Fransız düşünürü Marek Holter’in şu itiraflarına yer vermektedir: “1993 yılında Perez’den Papa’ya gönderilen bir mektubun eline geçtiğini söyler. Mektupta Papa’ya şu vaatlerde bulunulmuş: Kudüs devlet statüsünü kazanacak ve eski Kudüs şehri yönetimi Birleşmiş Milletlere, Vatikan’a ise kutsal yerlerin idaresi verilecektir. Buna karşı Birleşmiş Milletler, Filistin Kurtuluş Örgütüne eski Kudüs’ten başkent verecektir. İtalyan La Stampa gazetesinin de belirttiği gibi Tabir yerindeyse Uluslar arası diplomasi için doğu Kudüs serbest bölge durumuna gelecektir.
1995 yılında Arutz Sheva, Roma’daki İsrail konsolosluğu Kudüs’teki Perez Dış İşleri Bakanlığına göndermiş olduğu telgrafı yayınlar. Telgrafta Kudüs’ün Vatikan’a teslim edileceği konusu vurgulanıyor. Haberin çıkmasından iki gün sonra aynı telgraf Haaretz gazetesinde yayınlandı. Haber büyük yankı yaptı ve Perez haberi doğruladı. Ve şu açıklamada bulundu: Telgrafta belirtilen “İsrail’in Kudüs’ü Vatikan’ı teslim etmeyecektir şeklindedir.” Ancak bazıları kalkıp bunu edecektir şeklinde değiştirmiştir.
4 Mayıs 2009 tarihinde Jerusalem Post Yahudi gazetesinde yayınlanan bir makalenin başlığı şöyleydi: “Perez kutsal bölgeleri Vatikan’a vermek istiyor” bu makalede de aynı işbirliğinden söz edildiğini görüyoruz. Haberde, İsrail Ordusu Kudüs’teki Beit Hanassi merkez karargâhında hazırlanan rapora yer vermektedir. Raporda: görüşmeler yeteri kadar uzadı ve Vatikan’a bazı tavizleri verip anlaşmaya varmanın zamanı artık gelmiştir.
Yahudi Arots Sheva kanalı internet sitesi aracılığıyla 26 Nisan 2009 tarihinde şu başlıkta bir haber yayınladı: “İsrail’in Siyon dağına egemenliği tehlikededir.” Haberin devamında şöyle denilmektedir: “Vatikan ve Katolik gazetelerdeki tüm göstergeler, belli bir süreden beri devam eden müzakerelerin büyük bir ihtimalle Katoliklerin lehinde sonuçlanacağı yönündedir.”
Papa XVI Benedict Filistin’i ziyareti esnasında, Perez ona şu açıklamada bulundu: “Bildiğiniz üzere ziyaretiniz öncesinde yapabildiklerimizin tümünü yaptık.” o esnada objektifler durdu, mikrofonların sesleri kesildi ve gözlerden uzak konuşmaya devam ettiler.”
Arots Sheva’nında belirttiği gibi Perez, Papa’yı şu ifadelerle nitelemeyi unutmadı: “ Biz sizi barış elçisi olarak, büyük bir ruhani lider, bu topraklara ve tüm dünyaya barış mesajını tanışınızı görüyoruz.”
Jerusalem Post gazetesi, Perez’in 2010 yılının Ağustos ayında “Dünya Yahudi Kongresi”nde Benjamin Netanyahu “İki ülke çözüm planını uygulamaya hazır olduğunu” belirttikten sonra, “Vatikan’nında İsrail Filistin mücadelesinde ve bölgede barışın sağlanması için tüm vaatlerini yerine getirmesini istedi.”
Papa’nın taraf olmadığı bir anlaşmazlıkta vaatlerini yerine getirmesini istemek hiç şüphe uyandırmıyor mu? Bunun yanında Vatikan, Uluslar arası arenada Birleşmiş Milletler Örgütüne üye olmadan oy verme hakkı dışında diğer tüm üyelik haklara sahip “Permanent Observer” daimi gözlemci statüsü verilen tek ülkedir. Peki, bunun sırrı nedir?
1940 yılında Time dergisi, The Guardian gazetesinden alıntılayarak şöyle bir haber yaptı: “Ana güçler, Filistin’i Vatikan yönetimine devretmeyi planlamaktadırlar.” The Guardian gazetesi şöyle devam ediyor: Plana göre, Papa Filistin’deki kutsal bölgeleri idare edecek ve Vatikan ülkesinin yönetimini İtalya’ya devir edecek. Basit ve sade insanların tahmin ettiklerinin aksine, Papa XVI Benedict’in, İsrail devletinin yanı başında Filistin devletinin de olması gerektiğini savunması Filistinlilere olan sevi ve şefkatinden ötürü değildir.
Bu makalede yinelemek istediğim şey: Kudüs’ün devletleşip Birleşmiş Milletler Örgütü vesayeti altında yaşaması, haçlıların süvarileriyle yeniden Beyt-i Makdisi işgal etmelerinden başka bir şey değildir.
Bunun içindir ki, Brzezinski şu öneride bulunuyor: “Filistin devleti silahsızlandırılmalı ve İsrail’in güveliği için Ürdün nehri boyunca Birleşmiş Milletler veya NATO birlikleri tarafından kontrol edilmeli ve bu şekilde güvenliği sağlanmalıdır.”
İşte o zaman sade ve sıradan Müslümanlar şöyle haykıracaklar: “Aksa özgürleşti” diğer tarafta Rasmussen, Mescidi Aksa’nın kapısında durup şöyle diyecektir: “Haçlı seferleri şimdi sona erdi.”
Tarihi bir dönemecin eşiğindeyiz. Siyonistler mi Hıristiyan batılıları kendi çıkarları için kullandılar yoksa tam tersi mi? Üzerinde durulursa elbette bu olayın gerçeği gün ışığına çıkacaktır.
*Suudi Arabistanlı gazeteci-yazar.
Bu makale Haşim Özdaş tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.