Hüsamettin Piraz
Aylardır televizyonlarda ve diğer medya organlarında izlediğimiz insanın içini sızlatan savaş görüntüleri “Arap Baharı” denilen halk hareketlerinin yaşandığı ülkelerden gelmeye devam ediyor. Tunus’la başlayan bu süreç Mısır’la devam etti ve ardından Libya, Bahreyn, Yemen, Ürdün ve Suriye gibi ülkelere sıçrayarak devam ediyor. Tüm medya organlarında “Arap Baharı” olarak ifade edilen halk hareketlerinin domino etkisi, çevresinde bulunan tüm totaliter rejimlerle yönetilen ülkeleri etkisi altına almış görünüyor.
Bu süreç iç dinamiklerin mi, yoksa dış dinamiklerin mi bir ürünüdür ? Tartışılabilir, ancak bana göre ikisi de etkili… Zira dış dinamiklerin yani küresel aktörlerin ekonomik anlamda nihai amacı sadece diktatörler ve yakınlarını değil, bölgedeki tüm insanları yani 1.6 milyar Müslümanı, dünya ekonomisinin bir parçası yapmak, global ekonominin içersine ve küresel pazara çekebilmekti. Bu da ancak orta ve uzun vadede açık toplum yapısı, demokrasi ve piyasa ekonomisiyle olabilir.
Tarihte belki de ilk kez ABD ve Avrupa ekonomisinin dev şirketlerinin çıkarları Arap ve afrika halklarının çıkarları ile örtüşüyor. Bu durum da “Arap Baharı” halk hareketlerinin etkisini devasa hale getirip totaliter rejimler karşısında adeta tsunamiye benzer zamana yayılan bir dalga hareketi ve yıkım gücü oluşturmasını sağlıyor.
Spontane gelişen, ferdi bir protesto eyleminin ateşlediği kıvılcımla patlayan “Arap Baharı” halk hareketlerinin, gelişim süreciyle önümüze koyduğu görüntü net. Ortadoğu ve Afrika Ülkelerinde yaşayan halklar, demokrasi ve daha fazla özgürlük talep ediyorlar. Evrensel insan hak ve hürriyetleri standartlarına sahip, onurlu birer vatandaş olarak yaşama isteklerini dile getiriyorlar. Ülkelerinin dünyayla entegre olmasını, ekonominin tüm dünyada olduğu gibi serbest piyasa ekonomisi şartlarında şekillenmesini istiyorlar. Devlet Başkanlığını babasından saltanatla devralan, astığı astık kestiği kestik, çağdışı ve despot anlayışa sahip liderler yerine, demokratik seçimlerle halkın seçtiği ve icraatlarını beğenmediğinde de serbest seçimlerle yine halkın görevden el çektirebileceği, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne inanan liderler tarafından yönetilmek istediklerini haykırıyorlar. Bu haklı taleplerini gerçekleştirebilmek için de dayağı, işkenceyi, hapse girmeyi ve hatta ölümü göze alarak eylemler yapıyorlar.
Tunus’ta ve Mısır’da askerlerin ve diğer güvenlik güçlerinin olabildiğince sağduyulu davranması sonucu çok kan dökülmeden halkın talepleri yerine getirildi ve geleneksel liderler işbaşından uzaklaştırıldılar. Tunus’ta serbest seçimler yapıldı ve Türkiye’deki Ak Parti Modelini kendisine referans alan, her kesimle eşit mesafede olacağını ve iyi ilişkiler geliştirme yönünde gayret sarfedeceğini açıklayan En-Nahda hareketi açık farkla iktidar oldu. Tunus’ta, Ak Parti yönetimindeki Türkiye benzeri bir gelişim sürecinin yaşanması kuvvetle muhtemel… Mısır’da yeni anayasa çalışmaları ve üç aşamalı seçim süreci devam ediyor. Tahrir Meydanı’ndaki Askeri Konsey karşıtı ikinci dalga eylemler ve çatışmalar gölgesinde olsa da Mısır Halkı otuz yıl aradan sonra ilk defa serbest seçimlere katılmanın mutluluk ve heyecanını yaşadı geçtiğimiz günlerde. Arap coğrafyasında önemli bir aktör olan Mısır’ın da demokrasi ve Dünya’yla bütünleşme yolunda hızla ilerliyor olması ümit verici…
Tabi bu ülkelerin demokrasiye geçiş yönündeki çalışmaları sürecinde, model yada ilham kaynağı olarak benimsedikleri bilinen Türkiye’nin açık desteği, Cumhurbaşkanı ve Başbakanlık düzeyinde en üst düzey ziyaretler ve yapılan anlaşmalarla devam ediyor ve dünya kamuoyu tarafından da dikkatle takip ediliyor. Aslında daha öncesinde Türkiye’de Ak Parti döneminde yaşanan ekonomik ve siyasal başarıların, bölge halklarını etkilediği ve ilham kaynağı olarak “Arap Baharı” halk hareketleri’ni ortaya çıkaran etkenlerden biri olduğunu unutmamak gerekir. Batılı Ülkelerin, “İslam Ülkelerinde Muhafazakar İktidar” endişe ve kaygılarını öne sürerek, geçmişte bölgedeki diktatör liderlere verdiği desteğin, bu defa halklara verilen desteğe dönüşmesinde, Ak Parti’nin Türkiye’de Demokrasi, İslam ve Laiklik kavramlarını karşı karşıya getirmeden birarada götüren yönetim başarısı ve dış politikada “Komşularla sıfır sorun” anlayışıyla sürdürdüğü barışçı politikaların da, belli ölçülerde etkili olduğu düşünülebilir.
Tunus ve Mısır’da yaşanan bu güzel gelişmelerin aksine, Libya güvenlik güçleri o ülkelerdeki güvenlik birimlerinin gösterdiği sağduyuyu ortaya koyamadılar; Libya halkının haklı taleplerine kulak tıkayıp Libya’nın gösterişli diktatörü’nün buyruklarına itaat etme yolunu seçtiler. Bu yaklaşım da doğrudan halkla karşı karşıya gelmelerine ve maalesef bir iç savaşın ortaya çıkmasına neden oldu.
Libya bu savaşta çok şey kaybetti; Kaç kişinin hayatını kaybettiği hala tam olarak bilinmemekle birlikte ölü sayısı binlerle ifade ediliyor. İç savaş sürecinde kaç kişinin sakat kaldığı, kaç kişinin dayak, işkence ve tecavüze maruz kaldığı hala bilinmiyor. Libya’nın, yıllardır bin bir emekle ve sınırlı petrol kaynaklarını kullanarak ortaya çıkarmaya çalıştığı alt ve üstyapı yatırımları, petrol üretim, tarım ve sanayi tesisleri büyük ölçüde tahrip oldu. Libya Ordusu büyük yaralar aldı; Neredeyse Libya Hava Kuvvetleri’nin tamamı Koalisyon güçlerince imha edildi. Yine kara kuvvetlerine ait pek çok zıhlı araç koalisyon güçlerince hava bombardımanıyla imha edildi. Libya bu savaşta askeri ve sivil alanda yatırım yaptığı pek çok tesis ve ekipmanını kaybetti. Bu savaşın Libya’yı onlarca yıl geriye götürdüğü çok açık.
Kaddafi nihayetinde yakalandı, muhalifler tarafından ve vahşi bir şekilde öldürüldü. Bir insan vardı izlediğimiz videoda; tanıdığımız biri. Adı Kaddafi, unvanı eski Libya lideri. Halkına, liderliği döneminde ve özellikle son zamanlarında zulmetmiş, halk isyanına kanlı karşılık vermiş ve binlerce insanın canını bir şekilde fena halde yakmış biri. Kendisini yakalamış götürmeye çalışan birkaç muhalif milisin koruma çabalarına rağmen, yerlerde sürükleniyor; kendisine öldüresiye kızgın kalabalıktan, çevresindeki yüzlerce insandan kafa göz bakılmaksızın tekmeler yiyor, yumruk yiyor, dipçik yiyor; üstü başı kan içinde. Üstünden insanlar atlıyor; yere atılmış bir oyuncak bebek gibi ayaklar altında sürükleniyor.
O adamın kim olduğu, unvanı, isminin ne olduğunun ötesinde, O bir insandı; daha önemlisi esir alınmıştı ve artık savaşma gücü yoktu. Suçu kesin, tartışmasız. Peki, suçu sabit olsa da, devrik lidere yapılan bu işkence ne kadar doğru, ne kadar insancaydı? Bu acımasız görüntüler mazlum insanlara hiç yakışmadı. Libya Tarihi’nde bu görüntüler hiç yer almamalıydı. Her suçlu gibi o da yargılanmalıydı. Belki cezası idam olacaktı ama en azından bu görüntülerle katledilmeyecekti. İşkence edilmeyecekti. Saddam gibi idam sehpasında vermeliydi son nefesini, ama olmadı. Yanlış anlaşılmasını istemiyorum. Benim için önemli olan hiçbir insanın böylesine kötü bir muamele görmemesi. İsimi, unvanı, suçu ne olursa olsun … Bizim inanç ve kültürümüzde, esir alınan kişiye yada ele geçirilen ölüye kötü muamele edilmesi asla tasvip edilmez.
Libya’ daki iç savaşın ardından pek çok yeni nesil teknolojiye sahip ve milyarlarca dolar harcanarak alınmış silah, mühimmat ve füzeler ortada yok. Bunlar, çölün bir yerlerine daha sonra kulanılmak üzere gömüldüler yada çoktan Libya Sınırları dışına çıkarıldılar. Bu silahların terörist grupların eline geçmesi ihtimali yüzünden, pek çok ülke tedirgin. Sözgelimi karadan havaya kullanılabilen son derece sofistike füzelerin terörist grupların eline geçmesi ihtimali, terörle uğraşmak durumunda olan her ülke için riskler içeren bir durum. Aslında kayıp sofistike silahlar için endişe verici bir diğer senaryo da, bu silahların ileriki bir tarihte Kaddafi yanlıları tarafından gömüldükleri yada saklandıkları yerden çıkarılarak intikam amaçlı bir savaşta kullanılabilecek olması…
Kaddafi yönetimi ve Ortadoğu - Afrika Ülkelerindeki totaliter liderlerin temel yanlışı, ellerinde bulunan iktidar, servet ve askeri güce dayanarak halka istedikleri gibi davranabilecekleri ve bunun hiç bir olumsuz sonucuyla karşılaşmayacakları yanılgısına düşmeleridir. Başta Kaddafi olmak üzere aynı tür protestoların hedefi olan totaliter liderler, başlıkta da ifade ettiğimiz gibi, “Yarın Ne Olacağımız Belli Değil” yaklaşımıyla hareket ederek, Dünya’yı ve ülkelerini iyi okuyabilen, halkın taleplerini dikkate alan bir yaklaşımı benimseyebilseler, daha demokratik ve evrensel hukuk normlarına sahip bir yönetim biçimine geçiş amaçlı reform sürecini başlatıp, sonuna kadar götürebilseler, ülkelerinde tarihe geçecek birer demokrasi kahramanı bile olabilirlerdi. Bunu da yapamıyorlarsa, en azından gerektiğinde ülkeleri ve halklarının çıkarları için kendi iktidarları ve çıkarlarından feragat etmeyi göze alabilseler; hem kendilerini, hem halklarını ve hem de ülkelerini bu içler acısı durumlara düşmekten kurtarabilirlerdi.
Nasıl bir psikolojidir ki insana, “iktidarı bırakmayacağım ölene kadar, savaşacağım” dedirtir? Kaddafi bunu dedi ve dediğini de yaptı. Şimdi aynı şeyi Suriye'den Beşşar Esed söylüyor. Lord Acton'un, "iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka..." meşhur sözünün net olarak tanımladığı bu “iktidar inadı” sahibi liderler, itaatkar taraftarlarıyla birlikte, adeta “toplu intihar girişimi” olarak, halkla savaşa girme yolunu seçiyorlar.
Bize çok tuhaf, hatta inanılmaz gelen bu durum, “iktidar tutkusu” na kapılmış liderler ve onlara ölümüne itaat eden gruplar için, galiba normal, gerekli ve hatta kaçınılmaz bir tutum. İktidarın meşruiyeti, halktan seçimle alınan bir yetkiye dayanmayıp sadece elde bulunan toplara, tüfeklere dayanıyorsa, muhalif hareketlere karşı silahlara daha fazla sarılmaktan başka çare kalmadığı açıkça görülebiliyor; “Arap Baharı” nın yaşandığı ülkelerde… Tabi demokrasi ile yönetilmeyen tüm ülkelerde olduğu gibi, muhalefet için de, devlet yönetimine katılmak ve iktidara ortak olmak istediğinde, Libya ve şimdilerde Suriye örneğinde olduğu gibi, silahlı çözüme yönelmek dışında bir seçenek kalmıyor.
Devrik liderlere, Libya ve Mısır örneğinde olduğu gibi, yargılanıp sahip oldukları her şey ellerinden alınarak, ömür boyu hapse girme yada çatışmada linç edilerek kötü bir sonu olacağı ihtimali, kaçınılmaz iki seçenek olarak sunulduğu takdirde, Ellerindeki silahlara daha fazla sarılıp, ölene kadar savaşmak ve hiç olmazsa kendi taraftarlarının gözünde bir kahraman olarak ölmek onlar için kaçınılmaz son olacaktır. Muhalif gruplar ve küresel aktörler tarafından, Arap Baharı’na direnen diktatör liderlere ve yakın çevrelerine, savaşsız ve yargılanmaksızın, ellerindeki bir miktar servetleriyle çekilme ve başka ülkelere sığınabilme seçeneği de sunulabilirse, pek çoğunun bunu tercih edeceği ve sonucunda devrimlerin çok kan dökülmeden gerçekleşeceği, pek çok masum insanın da hayatının kurtulabileceği öngörülebilir.
İç savaş sırasındaki tarafsız ve hamiyetperver yaklaşımıyla, Libya halkının çoğunluğu tarafından saygıyla karşılanan Türkiye, Libya’lı kardeşlerinin her zaman yanında olmalı ve yaraların sarılıp, Modern Libya’nın inşası sürecinde Libya’nın geleceği, çok partili demokratik sisteme geçilebilmesi, Kaddafi’nin yakınları ve taraftarları da dahil herkes için insan hakları, demokrasi ve adaletin tesis edilebilmesi için, en üst düzeyde desteğini ve tecrübe paylaşımını kesintisiz sürdürmelidir. Bu gelişmelerin gecikmesi bile, Libya’da nöbetleşe bir intikamlar savaşının cereyan etmesi için var olan potansiyeli harekete geçirebilir. Kabileler halinde yaşayan, demokrasi kültürü ve deneyimi olmayan Libya halkına, Türkiye’nin bu yöndeki desteği hem Libya’nın, hem Türkiye’nin, hem de Dünya’nın güvenliği açısından önemli ve gereklidir. Devrim’in hemen akabinde muhalif gruplar arasında çıkan çatışmada 10 dan fazla insanın ölümü 100 den fazla kişinin yaralanmasıyla neticelenen hadise, ve ardından geçtiğimiz ay İstanbul’un kalbi konumundaki Sultanahmet’te, Topkapı Sarayı’nı basıp Norveç katliamı benzeri bir turist katliamı yapmayı tasarlayan Kaddafi yanlısı Libya’lının, hem Türkiye’yi hem de Kaddafi karşıtı tüm cephe ülkelerini hedef alan bu dehşet verici eylemi, Libya’nın hem iç çatışma hem de uluslararası terör olaylarına zemin hazırlaması açısından çok riskli bir alan olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi… Afrika Wikileaks’i olarak gördüğü Kaddafi’nin susturulması adına, O’nun vahşice öldürülmesini koordine eden yada en azından buna ses çıkarmayıp uzaktan seyreden batılı ülkelerin, Libyalılar ve Libya’nın geleceği konusunda, petrol kuyuları ve elde edilecek rant dışında fazlaca endişe taşımayacakları öngörülebilir… Çünkü, petrol yada başka yer altı zenginliklerine sahip gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerinde, batılı ülkelerin sicili, oldukça kabarık maalesef.
“Arap Baharı” nın etkisi, tahminlerin ötesinde o denli güçlü ki, Orta Doğu ve Afrika Ülkelerinin dışında Dünya’nın her yerinde, totaliter rejimle yönetilen ülkeleri güçlü rüzgarıyla sarsmaya başladı bile… Libya’da çalışan ve iç savaş nedeniyle kaçmak zorunda kalan Kuzey Kore vatandaşlarını, ülke sınırlarından içeri sokmayan Kuzey Kore’nin, geçtiğimiz günlerde inanılmaz yas görüntüleriyle müteveffa olan otoriter lideri Kim Jong-İl’in yaşadığı korku gösteriyor ki, pek çok demokrasi dışı yönetim ve otoriter liderleri “Arap Baharı” rüzgarının korkusu sarmış. Libya’da halkın, baskıcı yönetime ve hukuk dışı uygulamalara başkaldırarak, demokrasi yönünde başarılar elde ettiğini gören ve ufku açılan Kuzey Kore’li işçileri, ülke içersinde güdümlü medyanın yansıtmaması nedeniyle, Dünya’da olup bitenden haberi olmayan halk kitlelerini uyandırmasınlar diye, ülkesine sokmayan Kuzey Kore’nin otoriter yöneticilerinin yaşadığı korkuyu, Dünya’nın pek çok bölgesindeki otoriter liderlerin de yaşadığı açık. Bu rüzgar, önümüzdeki günlerde Kuzey Kore gibi dünyanın gizli kalmış ve adeta unutulmuş coğrafyaları ve belki çok daha büyük coğrafyaları, farklı biçimlerde etkisi altına alabilir.
Sözgelimi Rusya’da şu günlerde, Putin’in tek başına iktidar olduğu seçimlerin ardından, seçimlerde hile yapıldığı gerekçesiyle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra en büyük muhalefet gösterilerinin ülkenin dört bir yanında ortaya çıkmasında, “Arap Baharı” rüzgarının etkisi olmadığını kim iddia edebilir. Aslında Rusya ve İran’ın, Suriye’deki Esed Rejimi’ne verdikleri mutlak desteğin ardındaki nedenlerden birinin, kendi halklarını da etkilemesinden endişe duydukları “Arap Baharı” rüzgarının etkilerini, uzaklarda durdurma isteği olduğu pekala düşünülebilir.
Kuzey Kore’nin yanısıra İsrail, İran, Rusya, Çin gibi demokrasiden uzak ve baskıcı yönetimlerin hüküm sürdüğü ülkeler, bu rüzgardan doğrudan etkilenebilir diye düşünülürken, daha öncesinde Piyasa şartlarının kesin kurallar olarak uygulandığı ve sınıflar arası farkların uçurumlar haline geldiği batı dünyasından ülkelerde, “Amerikan baharı”, “İngiliz Baharı” olarak nitelendirebileceğimiz halk hareketleri, aniden dünya kamuoyunun gündemine oturuverdi.
“Arap Baharı” halk hareketleri, Batı dünyasına farklı bir şekilde yansıdı ve oralarda hayatlarından memnun olmayanlar, seslerini meydanlara çıkarak duyurmaya çalışıyor. Bu eylemlere imza atan ''işgalciler'' de, 17 Eylül 2011'den beri ''eşit gelir dağılımı'' için sokakları mesken tutan ve çoğunluğunu genç ve işsiz Amerikalıların oluşturduğu ''Wall Street'i İşgal Et'' hareketi, temel sorun olarak gelir dağılımındaki adaletsizliği ortaya koyuyor. En zengin yüzde 1'lik kesimin ülke gelirinin yüzde 35'ine sahip olduğuna dikkati çeken ve kendilerini geriye kalan ''yüzde 99'' olarak nitelendiren protestocuların hedefinde finans sektörü, büyük Amerikan şirketleri ve lobiler var.
''Wall Street'i İşgal Et'' eylemcilerinin işaret ettiği üzere, Dünya ekonomisinin 21. Yüzyıla, ileri düzeyde finansallaşmış biçimde girmesiyle, Ülkeden ülkeye mal ve hizmet ticareti günde 40 milyar doları bulmazken, yine ülkeden ülkeye (cross-border) finansal işlemlerin hacmi bazı günler 4 trilyon doları buluyor. Kapitalist sistemde güç sermayeden, sermaye ise finanstan ibaret hale geldi. Bu durum tarihte benzeri görülmemiş bir “servet ve gelir kutuplaşması” ortaya çıkardı. En demokratik ülkelerde bile nüfusun çok küçük bir bölümü, gelir ve servetin çok büyük bir bölümüne sahip olmaya başladı. Yaşam biçimlerini de sıradan insanlardan tamamen ayırıp “kendilerini gettolaştıran” bu kesimler, özel sitelerde, bedelini doğrudan ödedikleri güvenlik kuvvetlerinin gözetiminde, adeta devlete bile ihtiyaç duymadan yaşamaya başladılar.
Hedef finans sektörü olunca, protestocular da finansın kalbi Wall Street'i kendilerine mekan olarak seçti. Sosyal medyanın da desteğiyle tüm dünyanın ilgisini çeken ve kısa sürede büyük destek gören hareketin takipçileri, 100'e yakın ülkede meydanları doldurdu ve doldurmaya devam ediyor. Aslında oralarda karşı karşıya olunan durum sadece bir finansal, ekonomik kriz değil, aynı zamanda sosyal bir kriz, iklim krizi, enerji krizi… Grubun gelecek günlerde alacakları sonuçlar, kapitalizmden uygun bir çıkış şeklinde olabilirse bu sonuç, “Arap Baharı” hareketlerinin batı dünyasına da güzel bir yansıması olarak tarihteki yerini alacaktır.
Paris'te Sorbonne Üniversitesi’ndeki bir öğrenci ayaklanmasından filizlenen 68 olaylarına da benzeyen “Arap Baharı” eylemleri, tıpkı 1968 yılındaki halk hareketlerinin tüm Dünya’yı etkilemesi gibi Dünya’yı etkilemeye devam ediyor. Bu defa Tunus’ta spontane gelişen bir halk ayaklanmasının ardından oluşan, sosyal medyanın gücünü ve desteğini de yanına alarak domino etkisiyle tüm Dünya’yı farklı biçimlerde değişimleriyle sarsan “Arap Baharı” eylemleri, “2011 Kuşağı” nın sürüklediği “2011 Olayları” olarak tarihe geçecek gibi görünüyor.
Amerika’da, İngiltere’de ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde, “Arap Baharı” rüzgarıyla ortaya çıkan “bahar” girişimi halk hareketleri, polisiye tedbirlerle zor kullanılarak bastırılmaya çalışılıyor. Bu ülkelerde meydanlara toplanan protestocu halk kitleleri, zor kullanılarak veya bir kısmı hapse atılarak meydanlardan uzaklaştırılsa da, o ülkelerde var olan ve bu kalabalıkların meydanlara inmesine sebep olan sorunlar ortadan kaldırılmış mı olacak ? Tabi ki hayır. Bugün Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde insanları mutsuz eden sorunlar, yakın gelecekte bu ülkelerde sürekli halk eylemlerinin ortaya çıkmasına neden olacak ve bizler de o ülkelerin adıyla tarihe geçecek “bahar” ların sonuçlarının dünyamızı ne şekilde etkileyeceğini hep birlikte göreceğiz.
Halk hareketleri farklı tarihlerde, sosyal, ekonomik bir konjonktür dahilinde her zaman ortaya çıkabilecek sosyal olaylardır. Sosyal patlamalar, devrimler ve isyanlar, önceden çoğunlukla öngörülemezler ve tıpkı Tunus’ta başlayıp Wall Street'te ve Dünya’nın başka ülkelerinde devam eden hareketler gibi, bu tür olayları halktan başka kimsenin yapamayacağı da bilinen bir gerçek. Bu tür halk hareketlerinin hiçbiri, diğerine tam olarak benzemediği gibi 1968 ile 2011 olaylarının benzer taraflarının da olduğu açık. Şu yaşadığımız olaylar çerçevesinde insanlık yeni bir döneme giriyor. Bunun sonunda umarız doğu toplumları, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü prensiplerine uygun yönetimler kazanırken, batı toplumlarında da kapitalizmden çıkmanın yöntemleri, araçları ve modaliteleri gündeme gelecektir. Batılı ülkelerde de insanlar adalet istiyor. Halk hareketlerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen devletler olsa da, zamanla her şey aslına rücu edecek ve eninde sonunda halkların istediği sonuçlar gerçekleşecektir.
“Arap Baharı” hareketleri sırasında pek çok insan hayatını kaybetti, pek çoğu yaralandı veya sakat kaldı, hapse girenler ve işkencelere uğrayanlar oldu. Hareketlerin yaşandığı ülkeler derin ekonomik zararlara uğradılar, askeri olarak pek çok kayıplar verdiler. Bunlar tabi ki üzücü, olması arzulanan şeyler değil … Bu hareketlerin yaşandığı ülkelerde otoriter tek parti yönetimi uzun yıllar hüküm sürdü. “Totalitarizm” icabı, azınlıktaki küçük, jakoben bir grup yönetime hakimdi. İnsan hakları ihlalleri, rüşvet, kayırmacılık ve yolsuzluklar had safhadaydı. Ancak bu değişim, pek çok sonuçlarıyla birlikte, temelde Ortadoğu yönetimlerinin halkların isteklerini dikkate almak zorunda kalması ve hesap sorulabilir olması açısından hayırlı bir gelişmedir. İnsan hakları ihlaleri, rüşvet, kayırmacılık ve yolsuzlukların azalması ile birlikte beyin göçünün de tersine dönmesiyle, insan kaynaklarının önü açılacak ve hem politikada hem de ekonomide bölgeye hizmet etmek üzere daha dinamik bir potansiyel ortaya çıkacaktır. Artık, bölge halkları kendi kaderlerini kendileri belirleme yolunda önemli bir mesafe katetti ve “Arap Baharı” geriye döndürülemez bir noktaya ulaştı. Bu ülkelerde, sömürge yıllarının ardından diktatörler aracılığı ile devam eden dışa bağımlılık ve güdümlü politikalar, zamanla yerini halkının iradesini temsil eden hükümetlere ve daha bağımsız politikalara bırakacak. Şimdilerde tüm Dünya, özellikle de bölge ile yakından ilgili ülkeler, bu uzun vadeli değişimi ve bu değişimin bölge ve Dünya için etkilerini analiz edip, geleceğe yönelik politikalarını geliştirmeye ve kendilerini yeni duruma göre konumlandırmaya çalışıyorlar.
“Arap Baharı” halk hareketleri şöyle veya böyle tüm dünyayı etkileyerek, küresel politikaların yeniden gözden geçirilip değiştirilmesine yol açıyor. Dünya bir hercümerc içersinde; 2011’i henüz uğurladığımız ve tahlilini yaptığımız şu günlerde. Tıpkı 1968 yılında yaşandığı gibi Dünya halkları, daha iyi olduğunu düşündüğü hedeflere doğru bir devinim içersinde. Anlaşılan 2012 yılı da, çatışmaların yaşandığı yada yaşanmadığı bir çok “Bahar” hareketine sahne olacak yaşlı dünyamızda…
Bahar ola hayrola…
Yarın ne olacağımız belli değil
Tüm medya organlarında “Arap Baharı” olarak ifade edilen halk hareketlerinin domino etkisi, çevresinde bulunan tüm totaliter rejimlerle yönetilen ülkeleri etkisi altına almış görünüyor.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-01-04 15:34:47
SON VİDEO HABER
Haber Ara