Dolar

34,8875

Euro

36,7318

Altın

3.007,86

Bist

10.058,63

Benim seyirciye ihtiyacım var, seyirci dileniyorum

Geçtiğimiz günlerde yapılan Muhafazakâr Sanat ve Ezan Tartışması’nı bahane ederek İsmail Güneş ile bir röportaj gerçekleştirdik. Sinema, sanat, muhafazakârlık, Ak parti, Kürd Sorunu, Suriye Meselesi ve hala vizyon da olan “Ateşin Düştüğü Yer” filmi üzerine sohbet ettik.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-18 10:09:26

Benim seyirciye ihtiyacım var, seyirci dileniyorum
TİMETÜRK /  Umut İslam Ayar

Türkiye sinemasının, gerek filmlerindeki biçimsel özellikler, gerekse ele aldığı hassas toplumsal sorunlar itibarıyla kendine özgü bir politik ve estetik duruşa sahip yönetmenlerinden. İsmail Güneş'in, sektörde 35, yönetmenlikte ise 25 yılı geride bırakmış ve aynı zamanda bu süre zarfın da bir çok kaliteli filmleri de izleyici ile buluşturmuş biri.  Türkiye sinemasının "muhalif" çocuğu İsmail Güneş ile, geçtiğimiz günlerde yapılan Muhafazakâr Sanat ve Ezan Tartışması’nı bahane ederek bir röportaj gerçekleştirdik. Sinema, sanat, muhafazakârlık, Ak parti, Kürd Sorunu, Suriye Meselesi ve hala vizyon da olan “Ateşin Düştüğü Yer” filmi üzerine  sohbet ettik . İşte  İsmail Güneş ile yaptığımız röportaj;


İsmail Güneş Kimdir?

İsmail Güneş 10 Haziran 1961’de, 9 çocuklu bir inşaat ustasının 4’üncü çocuğu olarak Samsun’un bir köyünde dünyaya geldi. Ailenin ilk erkek evladıydı. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Sanata olan tutkusu yüzünden bir müddet Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam etti. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine geçti. Üniversite hayatı sırasında Natuk Baytan'ın yanında reji asistanlığına başladı.

1976 yılında atıldığı sinema serüveni 1977 yılında çektiği ilk kısa metraj filmi olan "Karanlık Bir Dönemdi" adlı çalışmasıyla ilk meyvesini verdi. Film, 1982 yılında İFSAK tarafından "En İyi Film" ödülüne layık görüldü. 1982-86 yılları arasında gazetecilik yaptı. 1986'da ilk uzun metraj filmi olan "Gün Doğmadan" ile sinemaya dönüş yaptı. Halen Film Yönetmenleri Derneği(Filmyön) 2.Başkanlığı ve Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği(Sinebir) Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmaktadır.

Filmografi

Gün doğmadan, 1986 / Biz Doğarken Gülmüşüz, 1987 / Ateşböceği, 1988 / Küçük ve Sonsuz Yürek, 1990 / Çizme,1991 / Beşinci Boyut, 1993 / Gülün Bittiği Yer, 1999 / The İmam, 2005 / Sözün Bittiği Yer, 2007 / Ateşin Düştüğü Yer, 2010



Röportaj : Umut İslam

Fotoğraf: Emre Karaca

Bildiğiniz üzere geçtiğimiz günlerde “Muhafakazar Sanat” ve “Ezan Tartışmaları” yapıldı. Bizde bunu bahane ederek sizinle bir röpörtaj yapma kararı verdik. Öncelikle sizin için “Türkiye sinemasının muhalif çocuğu ” diyorlar, bize önce bundan bahseder misiniz? İsmail güneş kimdir ve neden muhaliftir?

Bu tanım Ali Murat Güven’in bana yaptığı bir yakıştırma. Bütün itirazlarımı yüksek sesle ifade ettiğim için, böyle bir tanımlama yapılıyor. Ben tüm kötü giden şeylere muhalifim. Aslında herkesin böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Bizde -muhalif olmak- sünni gelenekten kaynaklanan sebep yüzünden pek hoş karşılanmıyor. Sünni gelenek emre itaat üzerine inşa edildiği için, itirazı olmayan bir öncesi tarafından bulunmuş bir sözün, bir sonraki tarafından kabul edildiği ve asla sorgulanmadığı bir bakış açısı var. Benim buna itirazım var!

Ama itirazım bildiğim alanlar ile ilgili. Bilmediğim alanlarla ilgili itiraz etmem. Yani hadis usülu, Kur’an usulü tartışmalarını ben yapamam. Bu noktada ki bir yaklaşımı yanlışlığı ispat edilmediği sürece kabul ederim. Tabi bu noktada ararım, araştırırım akla uyuyor mu, uymuyor mu? Bunları araştırırım. Ama bildiğim alanlar ile ilgili sanat ve bunun siyaseti sanatın politikası, sinema, senaryo vs. bunlar ile ilgili bildiğim konularda bir yanlışlık varsa, işte bu duruma itiraz ederim! Bu itiraz hali beni öfkeli yapıyor olabilir. Belki bunu biraz sesli ve yüksek sesle söylediğim için, alışık olunmayan bir sesle söylediğim için. Böyle bir yakıştırma yapıldı.

Kabul ediyorsunuz yani?

Öyle, öfkeliyim yani. Öfkeliyim. Haksızlığa, hukuksuzluğa, hırsızlığa, düzenbazlığa bütün bunlara karşı öfkeliyim. Ve buna sadece ben değil bütün insanların öfke göstermesi lazım diye düşünüyorum.



Peki, İsmail Güneş sinema ile ne zaman tanıştı. Hakkınızda biraz araştırma yaptım ve sinema ile tanışıklığınız küçükken izlediğiniz ‘Damga’ filmi ile olmuş ve bundan sonra evet ben yönetmen olmalıyım demişsiniz? Doğrumudur bu?

Evet, benim hatırladığım ilk filimdir o. Yoksa babamın sırtında bir komando çadırının sırtına yansıtılarak izletilen bir filmde uyumuşum. Bana bunu babam yıllar sonra yönetmen olduktan sonra söyledi. Tabi hatırladığım bir durum değil. Hatırladığım, köyümüzde elektrik yoktu. Sanıyorum 1967 falan olması lazım. Halk eğitim merkezi işte 16 mm ekranda (tabi sonradan öğrendiğimiz şeyler) kurtlar, bağırsaklar, biçerdöverler, mısır nasıl toplanır vs. klasik Amerikan eğitim filmleri. İşte bunlar ilgi çeksin diye siyah beyaz bir film ‘Damga’ oynatılmıştı.

Onu gördüğümde, beni çok etkileyen bir durum olmuştu. Ve ilkokul 2. Sınıfta öğretmenimiz ne olmak istiyorsunuz diye sorduğunda; Ben sinemacı olacağım demiştim. Tabi film nasıl yapılır, bu sinemacılığın oynatıcısı mı olacaksın, oynayanımı bütün bunları bilmeden sinemacı olacağım diyince, kadıncağız bir hayli şok yaşadı. Nasıl (ya doktor olmak isterler, ya öğretmen ya da polis) ama ben sinemacı ola cam dediğimde şaşırmıştı. Yıllar sonra o öğretmenim beni aradı ve sen bunu söylemiştin sinemacı ola cam demiştin diye söylemişti. Bende böyle bir hatırası da var.

Tabi sinemaya ilk Natuk Baytan’ın yanında başlıyorsunuz. Biraz bundan bahsedermisiniz nasıl oldu?

Natuk Baytan’la ilişkim. Ben tabi ortaokulu Samsun Haspınar Öğretmen Okulu, yatılı okulda okudum. Orada deliler gibi film seyretmem söz konusuydu. Çünkü haftada iki kere film gösterilirdi. Böyle iyi bir hizmeti vardı okulun. Eğer param varsa en önden seyrederdim. yoksa param -filmin izletildiği yer yemekhaneden bozma bir salondu- perdenin hemen arkasına tekabül eden bir yere tırmanıp perdeyi böyle aralayıp filmi tersten bir buçuk iki saat seyrettiğimi hatırlarım.

Tersten mi?


Evet, tersten. Hatta yazılar da böyle arkadan ters olarak çıkıyor. Yani perdenin arkasından falan seyrettiğimi, orada böyle demirlere tutunarak izlediğimi hatırlıyorum. Hatırladığım bir durum bu. Sonra resim meselesi çıktı. Resim’e yeteneğim keşfedildi. Ve bunun üzerine Öğretmen okulunun ikinci bölümünü lise bölümünü çapa da özel bir eğitim alarak yani resim eğitiminin ağırlıklı olduğu bir okulda okudum. Ve orada birlikte tiyatro yaptığımız -hani özel günler gecelerde yapılan tiyatrolar varya- 16 Martta öğretmen okullarının kuruluş yıldönümüdür ve o gece münasebetiyle bir oyun hazırladık. O vesileyle gündüzlü bir arkadaş ile tanışmıştım. O İstanbul’lu tabi Fatih’de oturuyor ve iyide bir oyunculuğu var benim gözlemlediğim. O da beni beğenmiş olacak ki, bir samimiyet oluştu aramız da ve ben sürekli film çekmeyi film yazmayı, senaryo yazmayı tüm bunları böyle durmaksızın anlattığım için oda bana dedi ki ; “Yav bizim mahallede dedi, Mevlüt Koçak oturuyor, ben seni onunla tanıştırayım” dedi. O tanışma gerçekleşmedi ama onun vasıtasıyla ben daha önce Gençlik Köprüsü’nü yapmış ekibin ayrılan bir parçasıyla tanışma imkânı yakaladım.


Sonra Güneş Ne Zaman Doğacak filmini yaptılar. Ve sürekli onarın bulunduğu sakızağacında ki istiklal caddesinde ki o, ağa cami sokağıdır orası. Orada küçük böyle iki tane dar odadan oluşan yere her hafta sonu muhakkak gidip akşama kadar orada, merak ettiğim şeyleri bakarak görerek, dinleyerek geçirdim. Benim güzel taraflara gitmiş olmam; Asistan aranıyordu Natuk Baytan yanına gönderilecek. İki kişiydik, biri orda ofiste çalışıyordu ve beni rakip gördüğü için kendisine içeri almıyordu. Ama ben şansımı her defasında zorlayarak oraya gittim ve güzel sanatlar okuduğum için beni tercih ettiler. Allah rahmet eylesin, Natuk Baytan bir baba gibiydi ve bana da babalık yapmış oldu ve bütün hırçınlığıma ve bütün muhalefetime bütün yapılan işleri beğenmeme rağmen beni yanında asistan olarak tuttu ve ben ondan çok şey öğrendim. Bunu her defasında büyük bir gururla iftiharla söylerim. Belki yaptıkları sanat sinemasının herhangi bir yerine yerleşmiyor ama ben öylede ayırmıyorum. Sanat sineması, ticari sinema diye. Ticari sinemanın özellikle aksiyon sinemasının önemli bir ismiydi ve kurgusu resimleri kullanma biçimi kamerayı kullanma biçimi falan çok enteresan ve etkileyici idi.

Natuk Baytam’ın yanında kısa bir sürede birinci asistanlık konumuna geliyorsunuz. Ve Natuk Baytam’ın bir diğer özelliği ise Kemal Sunal filmlerini çekmesiydi değil mi?

Evet, Kemal Sunal’da var, Ferdi Tayfur’da...




Toplumun bir değeri haline gelmiş neredeyse Kemal Sunal. En az onlarca kez izlenmiştir sanırım tüm filmleri. Bu tarz toplumun geneline hitap eden filmler yapabilmekte önemli ayrıca. İsterseniz birazda günümüze gelelim. Son filminiz ‘Ateşin Düştüğü Yer’ yayınlandı. Ve daha öncesinde “Sözün Bittiği Yer “ ve “Gülün Bittiği Yer” adında iki filminiz daha var. Ateşin Düştüğü yer ile üçlüyü tamamlıyorsunuz. Şu an “Ateşin Düştüğü Yer” vizyon da, film öncesinde birkaç ropörtajınız da ekonomik anlamda sıkıntı yaşadığınızı belirtmiştiniz. Bir tekelleşmenin olduğunu belirtmiştiniz.

Genel olarak ‘muhalif’ eserler bu tarz sıkıntılar yaşanıyor. Ya ekonomik, ya da ‘yasak’lar yüzünden toplum ile irtibat kesiliyor. Günümüzde de bu durum böyle mi? Siz filminize ‘Recep İvedik seyircisini’ beklediğinizi söylemiştiniz. Bu ironik durumdan bahseder misiniz biraz burada birazda popüler kültüre karşı bir tavrınız var sanırım?


Çok da anlaşılmadı o söylediğim söz. Recep İvedik seyircisi gibi tutarlı bir seyirciye, ihtiyacım olduğunu söyledim. Çünkü onlar kadar tutarlı bir kitle yok. Biri, ikiyi, üçü hepsini izlediler. Çok tutarlılar ne istediklerini biliyorlar ve asla yalnız bırakmıyorlar. Ama bu seyirciye muhalefet edenler veya bu duruma muhalefet edenler, bir başka yerde buluşamıyorlar. Ne olursa olsun. İster muhafazakâr olsun, ister devrimci olsun. Ne olursa olsun tersinden bir derdi olan, 'lay lay lom olmayan mısır gevreği tadında' bir şey olmayan kişiler birleşemiyorlar.

Nasıl yani?

Akil olup demiyorlar ki. Ya arkadaş bir eksiklik var burada hadi bir ‘imc’ yapalım. Hadi bir ‘infak’ edelim bu bir infaktır! Benim seyirciye ihtiyacım var. Ben seyirci dileniyorum. Para dilenmiyorum seyirci dileniyorum. İnsana dilendiği şeyi verirsin yani. İhtiyacı var çünkü! İnfak edersin. Sevdiklerinden infak edersin. Beğendiklerinden infak edersin. Yani bu toplum, yaklaşık on yıl başörtüsü eylemi yaptı. Başörtüsü iki defa geçiyor Kur’an’ı Kerimde ( Editör: Bak şimdi bu kıyaslama hiç olmadı!) Ama infak 80 kere. Ben infak istiyorum, bu bir yardımdır ve inanın bu yardım sadece bana değil. Bütün topluma yapılan bir yardım olacak. Bu sinemanın önünü açar. Hani hep şikâyet ederler. Yav, niye bizim istediğimiz filimler yapılmıyor diye? Eğer benim filmim – 100 bin hayal etmiştik biz- 100 bin olsaydı biz düze çıkıyorduk. Ama böyle bir filmin, böyle bir derdi olan bir filmin; 100 bin, 200 bin, 300 bin, 500 bin, 1 milyon seyircisi olsa; inanın bu alanda sadece ben değil, benden sonra kim bu alanda varsa kim bir şey üretmek istiyorsa. Burada bir seyirci var diye, Kapitalizm de vs’de buraya girecektir. Bu kaçınılmaz bir şeydir! Kapitalizmin kuralı böyle bir şeydir. Hem kapitalizmin bütün nimetlerinden istifade edeceksiniz ama bu alana geldiğiniz de , ya film yapılmıyor diye geçeceksiniz (Editör :??!!)

Bu büyük bir yanlıştır, felakettir. Yani, kendi çocuklarını düşünmüyorlar, kendi nesillerinin devamını düşünmüyorlar. O kadar kötü diziler, gösteriliyor ki ve o diziler ve o filmler kendi geleceklerini o kadar kötü eğitiyorlar ki Bunu anladıklarında çok geç olacak. Ben bunu 25 yıldır söylüyorum. Bunu 30 yıldır 40 yıldır söyleyen de var!

O açıdan önemli seyirci, yani seyirci tamam bana lazım ama asıl bu ülkenin geleceğine lazım olan bir şeydi. Ve halkın bir paket sigara parası iki paket sigara parasını feda edip birazda zamanını feda edip buna teveccüh etmiyor. ( Editör: Şöyle hesaplarsak 2 paket sigara 15 lira tek izinli gün Pazar 4kişi gidilse 60 lira ortalama bir aile için hiç de az bir taleb değil. Bence, öncelik şartların iyileşmesi. Tabi herkes kendi tarafından bakıyor olaya) Bizim alanımızla ilgili hiç bu kadar beğeni asla almadık. Atilla Dorsay bizim yapılmış hiçbir filmimizi beğenmedi yani . İlk defa bir film beğenildi. Birçok ciddi tanıtım yazısı yazıldı. Bizimle olan olmayan birçok kişi filmi tanıttı ama bu değer vermişlik içerisinde film ilk hafta sonunda yedi bin kişi gitmiş. Yedi bin kişi yani Fetih’in küsüratı. Ben onların derdini anlattım. Sadece töre yi anlatırken geleneklere sıkıştırmadım olayı. Bir baba kız ilişkisini anlattım Bir aile ilişkisini anlattım merhameti anlattım, merhametin ne kadar iyi bir şey olduğunu anlattım. Bütün bunlar Din’in içinde değiller mi yani? Din dediğimizde bir tek Cami mi aklımıza geliyor? Çeşme’de dinin bir parçası değil mi? Kervan öyle değil mi? Hamam öyle değil mi? Ebru öyle değil mi? İşte ilahi, müzik öyle değil mi? Bütün bunlar hayatımızda yeri olmasa da yaşayabileceğimiz şeyler ama ama bunlar bizim hayatımıza değer, kıymet katıyor. Bizi dünyada, onurlandıran şeyler, gururlandıran şeyler. Çünkü bizler güzeli üretiyoruz. Bu kadar kirlilik içerisinde insanlara temiz şeyler sunuyoruz ama maalesef bütün yazılana reklama rağmen bir karşılığı olmadı. Dün Ali Murat Güven ; ‘ Beyaz Sinema’nın Ruhuna El Fatiha’ diye bir yazı yazdı. Yani bu film yedi bin kişi yaptıysa El Fatiha gerçekten. Artık buna bir Fatiha okumak gerekir bitmiştir yani.
Hani bu dönüşüm, dönüşüm. Kentsel dönüşüm yapar gibi bizi de dönüştürdüler. Gecekonduları yıkıp yanına cam plazalar yapmayı planlayan iktidar, bizi de yıkarak ama yerimize ne yapacağı malum olmayan şeyler yapıyor demek ki bizi de dönüştürüyorlar.

Eskiden ‘muhalif sinema’ veya sanat’ın ürettiği eserler daha nitelikliydi. Kendilerini ifade edebiliyordu. Şimdi durum nasıl? Bir kıyaslama yaptığınızda nasıl görüyorsunuz eski ve yeniyi?

Bu dediğimizi anlatacak gazetelerimiz vardı! Eskiden kendimizi ifade ettiğimiz yayın organları vardı. Şimdi benim filmimi almayan bana destek olmayan Trt ile ilgili benim beyanat verip yazdırabileceğim bir yer yok! Çoğu bir yerlere yaranma telaşında diğerleri ise korkaklıktan bir şeyler yapamaz halde. O korkak olanların birçoğu da zaten ya bunlarda zaten yayınlanmasın diye bakıyorlar.

Yani eskiden mağdur olan ve buna karşı muhalefet üreten kişilerin otorite olduktan sonra düşmanına benzediğini mi söylüyorsunuz?

Açıkçası günümüzde muhalefetin kendisini de tanımlama noktasında sıkıntı yaşandığı açık. İktidar neredeyse hem muhalefet, hem de iktidar işlevinde kendi muhalefetini üretiyor ve karşısına kendi çözümünü koyuyor. Bu noktada da dediğiniz gibi ya eklemlenenler ya da korkaklar tarafından sorgulanmadığından böyle bir sıkıntı yaşanıyor.

Mesela Mahsun Kırmızıgül’de töre ile ilgili film yaptı ve bu tuttu. Aranızda ki fark nedir?

Çünkü o ısmarlama film yapıyor. Adam, Ankara da ön gösterim yapıyor yaklaşık on’a yakın bakan geliyor filmine ve filmden çıktıktan son ‘Biz bu filmden aldığımız dersleri biliyoruz’ diyor. Belli ki bu bir politika üzerinden düşünülmüş, taşınılmış bir politika. O ısmarlanmış bir şey aslında. Öyle anlaşılıyor çünkü cümleler öyle; Biz dersimizi aldık. Beşir Atalay’ından işte Bülent Arınç’ına kadar oralardalar ve destek verdiler. Ama biz onunla aynı şeyi söylemedik, biz başka bir şey söyledik burada. Biz Mahsun’un söylediği söylemiyoruz. O, kahrolsun töreler diyor, ben de diyorum ki, hayır töreler neden kahrolsun!

Töre dediğiniz şey güzel bir şey. Bakın sözlüğe içinde öldürme kelimesi yoktur törenin tarifinde. Buna töre diyerek, buna namus diyerek cinayeti küçültürsünüz. Hafifleştirirsiniz ve gerekli hale getirirsiniz. Ama bir kişi orada bu işi yaptığında, buna bir cinayet olarak bakmıyor. O yüzden gidip bu eylemi yapıyor. Onlar töreyi namus meselesi üzerinden gündemleştiriyorlar. Ama iş cinayet üzerinden gündemleştiriliyor. Bunu algılayamıyorlar. Dolayısıyla ben hiç o taraftan bakmadım. Sadece bir adamın başına böyle bir iş geldiğinde, nasıl yalnız kaldığını, toplumun onu nasıl yalnız bıraktığını anlatmak istedim.

Islah edici bir yön de mi var yani?

Evet tabi. Bunlar şöyle düşünüyorlar şimdi ‘Beyazlar’. Bu babalar kötüdür! Bu ağabeyler bu amcalar kötüdür. Bunlar kabadır. Bunlar bilgisiz ve cahildir. Bunları damızlık olarak kullanacaksın, kızlarını ellerinden alacaksın. Kendin istediğin gibi yetiştireceksin yetiştirme yurtlarında ideali budur! Mesela böyle bir kanun cevaz verse bunun olmasını isterler. Çocukları onlardan alalım işte mini etekleriyle makyajlarıyla böyle ‘çağdaş’ değerlere göre yetiştirelim. İşte bunlar yatsınlar kalksınlar eğlensinler. Orada ki hayat onların anlattığı gibi değil. Orada hayat başka türlü ilerliyor. Çünkü benim mesela öğrendiğim bir şey var. Enteresan yani, bir başka film hikâyesi…

Güneydoğuda görev yapmış bir subay arkadaşım anlattı bana. Öldürme işi o öyle bildiğin gibi olmuyor dedi. Nasıl oluyor dedim? Öyle toplanıp da abi kim öldürsün? Diye tartışmıyorlar. O geçmiş olsun ziyaretidir, adamın başına böyle bir iş gelmiş ölüsü de olsa geliyorlar düğünü de olsa geliyorlar. Herhangi bir. Böyle kim öldürsün toplantısı falan değil. Geliyor, geçmiş olsun kardeşim, geçmiş olsun arkadaşım diyor. Oturuyorlar, çaylarını kahvelerini içiyorlar adam ızdıraplı. Başına böyle bir iş gelmiş ve oranın akil adamlarından biri diyor ki ya işte Ahmet diyor sen bunu ikinci olarak alır mısın? Boynunu büküyor hayır anlamında. Öbürüne diyor ve bunu çözmeye çalışıyor. Bir öneri sunuyor. Oraya gelenlerin tamamı şunu biliyor. İlla ki bu kabul etmedikleri şey bir ölüme sebebiyet verecek. Bunu da biliyor herkes. Ve yavaş yavaş terk ediyorlar adamı ve adam yalnızlaşıyor. Tek başına kalıyor. Dışarı çıkması kahvede oturması için artık tek çaresi öldürmek. Adam aslında onu yaparken biraz da onu kurtardığını düşünüyor. O pis toplumdan ön yargılı toplumdan. Bu önceden kararını vermiş bu toplumdan aslında o anne o baba bu amca onu kurtardığını düşünüyor.




SON VİDEO HABER

İHH'dan Suriye'deki fırınlar için un desteği çağrısı

Haber Ara