Değişimin sancısı
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-04-21 17:04:52
İnsanlar, içinde yaşadıkları tarihsel sürecin getirdiği değişimleri ve bu değişimin yönü ve mahiyeti konusunda bir farkındalık oluşturamıyorlar. Çünkü içinde olmak, bizzat yaşanan sürecin nasıllığı konusunda bir köreltme sağlıyor. Böylece ne olup bittiğine dair bir fikir veya bakış edinmek zorlaşıyor. Çünkü insanlar, yaşadıkları anın baskın karakterinin etkisi altında kalmaktan kurtulacak bir çabaya sahip değiller, çoğu kez de gönüllü olarak bu etkiyi içselleştiriyorlar.
Türkiye ve Dünya 2001 yılından beri çok önemli, siyasi, toplumsal ve düşünsel bir değişim ve gelişim çizgisi izlemektedir. Batı için daha önceden yaşanmış bu tecrübe dünya için yeni bir tecrübe olarak kabul edilebilir. 2000 sonrası literatüre baktığımız zaman özellikle post modern kültürün etkisi ile hakikatin monist karakterinin terk edildiği ve çoğulcu bir yaklaşım ile hakikatin çoğulculuğuna yaslandığını gözlemleyebiliriz. Yani pozitivizmi erken terk eden batı rasyonalizme de veda ederken, bizde 20. yüzyılda kalmış pozitivistler ve rasyonalistler daha yeni hareketlenmeye başlıyorlar. Buna İslamcı aydınları da eklediğimiz zaman tablo tamamlanmış olur.
Yeni Dünya Düzeninin farklı bir biçimde tezahürünü doğru okuyamadığımız zaman meydana gelen siyasi, sosyal ve felsefi gelişmeleri okumayı da beceremeyiz ya da yanlış okumaya tabi tutarız. Batı kültürü ve felsefesi, kendisine muhalefet edecek ve meydan okuyacak bütün kültürleri asimile etme konusundaki ciddiyetini bir kez daha göstermektedir ki Rusya ve Çin gibi iki büyük devi batı modernleşmesi içinde modernleşmeye tabi tutarak onların muhalefetlerini bitirmiştir. Rusya içerden bir muhalefet olsa da sonuç değişmiyor. Çin, doğunun tüm kültürünü batıya angaje ederek tüketmekte bir beis görmemiştir. Kapitalizm, böylece İslam dünyası hariç asimile etme konusunda üzerine düşeni yapmıştır. İslam Dünyasında ise asimile olmaya muhalefet eden bizzat İslam’ın kendisidir. Yoksa İslam ülkelerinde kapitalist sistem çoğunluk olarak kabul görmektedir.
İslam Dünyasının da ger-bırak politikaları eşliğinde kapitalizmin kucağına düşmesi an meselesidir. Batıya meydan okuyacak yegâne düşünce birikiminin İslam’a ait olduğu tartışılmazdır. Ama bu meydan okumayı geriletecek bir sürecin başlaması için halkların ciddi bir şekilde gerilerek onları rahatlatacak insan hakları, demokrasi ve özgürlük söylemleri ile sersemletilerek düşüncelerinin dumura uğramasını sağlamak ve böylece tek meydan okumayı da ortadan kaldıracak gücü ele geçirmek için batı büyük bir güç sarf ediyor. O yüzden Irak ve Afganistan işgalleri yüzünden oluşmuş batı karşıtlığını giderecek halkla ilişkiler oyununu çok ince bir şekilde kuruyorlar. Böylece kendilerine yandaş olabilecek her kesimden insana ulaşma konusunda da cömert davranıyorlar.
Bu çıplak gerçeğin üstünü örtmek için ‘komplo’ kavramına yaslanarak mevcut gözlemi dışlayabiliyor. İçerden iktidar bahşettikleri kişiler aracılığı ile mahkûm edilebiliyor ve böylece arzulanan bir değişimin yönü belirlenebiliyor. Sürekli kafa karışıklığını sağlayacak iki geri bir ileri, sonra iki ileri bir geri ile bulanıklık kalıcı hale getirilmeye çalışılıyor. Bazı kısmi gerçeklikler üzerine bina edilen bazı siyasi hamleleri abartılı bir dille gündemleştirerek halkla ilişkilerde yeni merhalelere ulaşılırken insanların kafalarının iyice körelmesine yardımcı oluyorlar. Siyasi, ekonomik ve bürokratik kapılar açılarak davetkâr ve cazip kılınarak insanların doğruları ertelemesine imkân tanınıyor ve böylece içerden bir tartışmayı başlatarak kendisini gizleme imkânı buluyor. Böylece muhalif olarak her batı dediğinizde -onu tanrılaştırmak mı istiyorsun- denilerek susturulmayı meşrulaştırıyor.
Ağızlara bir parmak bal çalınması unutulmuyor. Kangrenleşmiş sorunların üstü açılıyor ve bir kısmının çözümü noktasında umutlar yeşertiliyor. İnsanlar da bu yeşertilmiş umutlarla gerçeği görebilmeyi bırakabilmekte ve bu yeni oluşturulmuş ‘umut baharında’ yeni heyecanlarla, yeni bir söyleme tutunmayı meşrulaştırabiliyor. Bugün İslam Dünyasında meydana gelen halk hareketlerinin öne çıkan temel söylemlerinin mevcut statükonun kangrene dönüştürdüğü sorunların bir kısmının çözümünü kabul ederek canlarını ortaya koymalarını ancak bu yeşeren umutla açıklayabiliriz. Bu meseleyi doğru kavramak için ger-bırak politikasının uygulanabileceği bütün alanlarda neler yapabileceği üzerine geniş bir perspektifle bakmayı dikkate almalıyız.
Türkiye ölçeğine geri dönecek olursak eğer; bu değişimin mihveri konusunda hem yerli işbirlikçiler ve hem de muhalifler tam olarak zihni bir açıklığa sahip değiller! YSK’nın aldığı son kararı da bu çerçeve içinde yorumlayabiliriz. Kaybettiklerini bir türlü anlamak istemeyen gücün son çırpınışları olarak tarihe geçecektir. 2002 seçimlerinden bu tarafa meydana gelen siyasi olayları ve adı Ergenekon Davası olarak tarihe geçen yargılama süreçlerini de bu çerçeve içinde yorumlamalıyız. Kaybedenler belli… Kemalizm, tarihin tozlu raflarına kaldırıldı. Peki, yerine geçecek olan liberalizm, bu halka mutluluk getirecek mi? Son bir yılı hesaba kattığımızda öyle çok büyük bir mutluluk getirmediği anlaşıldı. Yenilginin şiddeti geçtiğinde ve her şey rayına oturduğunda aslında halk için herhangi bir şeyin değişmediğini gözlemlemek zor olmayacaktır. Siyasal şiddetin yerini alacak olan ekonomik şiddetin de geri kalan asli değerleri nasıl yok ettiğini hep birlikte görebiliriz.
BDP’nin alınan karar üzerine gösterdiği tepkinin kendi yenilgisini hazırladığını anlamaması ise büyük bir parodidir. Çünkü Yeni Dünya’da şiddet, siyasi ve askeri karakterini kaybetmiştir. O yüzden siyasi ve askeri şiddetten umut bekleyenler bir başka baharı beklemek zorunda kalacaklardır. Kaybedenlerin hanesine PKK, Derin Devlet, her türlü askeri ve siyasi gizli örgütlenmelerin girdiğini unutmayalım…
Şu tespiti de söylemek zorundayım: bu durumu kavramayan İslamcılar dâhil bu toprakların ruhunu ve kültürünü savunan her kesim de yenilgiyi kabul etmiş sayılır…
Bugün İslam coğrafyasının her yerinde yükselen demokrasi, insan hakları ve özgürlük söylemlerinin sloganlara dönüşmesinin zorunlu şartların dayatması mı olduğu yoksa bizzat halkın iradi olarak tercihi mi olduğu sorusu anlamlı ve bir o kadar da ufuk açıcıdır. Ama bu soruyu sorabilmek ve bu soruya cevap arayabilmek için de yaşanılan kafa konforunu terk etmenin gerekli olduğu tartışılmazdır.
Bütün mesele şu: bize öğretilen şeyleri papağan gibi tekrar mı etmeliyiz, yoksa bizzat kendi öğrendiklerimizden hareketle kendi sorunlarımızı kökten çözümleyecek şeyleri kendi sesimizle mi dile getirmeliyiz?
Bu, bu ülkede yaşayan her akıl baliğ insanın rüştünü ispat sadedinde gündemine alması gereken temel konudur. Ya sesimizi çıkarmadan iktidarın nimetlerinden istifade edeceğiz ya da muhalefetimizi derinleştirerek gerçek anlamda bir kurtuluşun yolunu aydınlatacağız. Unutmayalım ki bu kurtuluş sadece bizim kurtuluşumuzla sınırlı kalmayacak, insanlığın kurtuluşunun umudu haline gelebilecek bir durumdur…
SON VİDEO HABER
Haber Ara