İnkarcı cehaletin dayanılmaz iğrençliği
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-11-12 12:26:15
Büyük romancı Yakup Kadri (1889-1947) , 20.yüzyılda Batı kültüründen etkilenen birçok yazar gibi Batı’nın Materyalist dünya görüşünden ciddi biçimde etkilenmiştir. Yirmi yaşına girdiğinde, “artık hiçbir şeye, hiçbir kimseye inanmayan” Karaosmanoğlu, kendi inanç ve kültür dünyasından kopuşunu şöyle itiraf eder: “Frenk üstatlarından ödünç aldığımız inkâr ve istihzâ kanatlarıyla, sanki muhitimizin üstüne çıkmış, mensup bulunduğumuz cemiyetin perişanlıklarına, âdiliklerine, yalanlarına ve şarlatanlıklarına yukarıdan, bir hakaretli yabancı gözüyle bakmış gibi olurduk." (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 16-17) Uzun süre yabancı kaldığı İslamî değerlerle Milli Mücadele yıllarında yeniden tanışan Yakup Kadri, 8 Nisan 1337(1921)'de Ayasofya Camii'nde, şehitler için okunan bir mevlide gider ve orada yaşadığı eşsiz manevi halin etkisiyle adeta yeniden dirilir. Bu dirilişin öyküsünü şöyle anlatır:
“Dün Ayasofya, Beyazıt ve Şehzade camileri emsali görülmemiş bir cemaatle dolu idi. Kadın-erkek, çoluk-çocuk binlerce Müslüman, Eskişehir önünde şehit düşen mübarek din ve kan kardeşlerinin ruhuna ithaf edilen mevlîd-i şeriflere iştirak için fevç fevç bu maabide koşuyordu. Biz bu müheyyiç izdihamı yalnız Ayasofya'da gördük, fakat diğerlerini görenler de cami içlerinden avlulara taşacak kadar mehabetli cemaatlerden bahsediyorlar. Camilerimizdeki bu tezahürat bize eski zamanları hatırlattı. Dömeke, Golos ilah. zaferler ile tetevvüç eden (1898) Yunan seferinde de böyle sık sık camilerimizde içtimalar olurdu, şühedanın ruhuna mevlitler ithaf edilir, ordu için beliğ dualar okunur ve ebedî nusret temenni edilirdi. O zamanlar (Türklük, millet, halk) mefhumları ve bunları ifade eden lehçe bizce henüz malûm değildi; bütün heyecanlarımız yalnız dinî mahiyette mütecelli idi. Bütün zaferlerimiz birer mukaddes menkıbe hâline girerdi. Büyük kumandanlarımızın muvaffakiyetini, şecaat ve şehametini ancak ilâhî bir tarzda tegannî ederdik; içimizde hissettiğimiz manevî kuvvete, ruhanî inşiraha esrarengiz şeyler karışırdı. Bundan daha evvelki zafer bayramlarımızı görmedim, bilmiyorum, fakat beyaz sakallı Abdülezel Paşa'nın, yağız çehreli Ethem Paşa'nın simaları ile âdeta timsalî bir mahiyet alan o gazamız, çocukluğumun en tatlı, en silinmez hatıralarından birisidir. Mensup olduğum milletin kuvvetine itimadı, mensup olduğum dinin hakikatine imanı ilk defa olarak zannederim o zaman öğrendim. Ondan sonra gençliğimiz bir sürü nikbet ve mesaip arasında geçti, hiçbir iyi gün görmedik. Kalbe endişe, korku, şüphe ve nevmidi veren zehirli bir hava içinde kavrulup gittik. İçimizden birçokları imanını tamamiyle kaybetti; bazıları bir zillet ve rezilet batağı içinde boğulup gitti. Kimimiz vahî zevkler ve süflî hazlar vadisinde teselli aradık. Hülâsa bütün bedbaht nesil böyle perişan oldu. Dün birden bire kendimi o heybetli cemaatin içinde bulur bulmaz sandım ki yeniden hayata doğuyorum. On yaşımdan otuz iki yaşıma kadar geçirdiğim meş'um bir devrin bütün tesiratı ve bütün intibaatı birden bire üstümden sıyrılıverdi; sanki bu devir bir kâbustu ve ben birden bire bu kâbustan uyanıyordum. Gençliğimi dolduran bütün o şüpheler, tereddütler imanın zayıf düştüğü o buhranlı anlar, birtakım sahte ve müfsit bilgilerden hasıl olma şeytanî irfanın sıtmaları hepsi, hepsi bu mabedin havası içinde, bu cemaatin hararetinde eriyordu. Ağır bir hastalıktan sonra nekahet devrine girmiş bir hasta gibi idim. Hayatı, aydınlığı büsbütün başka bir lezzet, başka bir iştiyakla görüyor, hissediyordum. Meğer senelerden beri aradığım halâs ve selâmet yolu, senelerden beri özlediğim hakikat ne kadar yakınımda imiş! Nafile yere nefes nefese birçok mürşitlerin peşinde koştum; birçok müncilerin yolunu bekledim, bir çok halâskârlara doğru ellerimi uzattım, yıllarca istimdat ettim!” (Yazık ki, bugünün sözde aydını da hâlâ o müfsit şeytani irfanın sıtmasıyla ma’lûl!)
"Rabbime bin kere hamdüsena olsun ki, dünden beri hakikat ve selâmetin bir cami ile bir cemaat haricinde bulunmadığını biliyorum. Beş on senedir, garba uymak için açtığımız bütün o konferans salonlarında, halkı zorla topladığımız o miting meydanlarında görülen şeyler, işitilen sözler bir hocanın kıraat ettiği menkıbeden ve bu cemaatin sükûtu önünde bana ne kadar yavan, vahî göründüler. Meğer biz içinden çıktığımız hakiki âlemi bırakıp onun yanında kitaplardan öğrenilmiş sunî bir âlem icat etmek istemişiz ve bu âlemde hakkı, selâmeti aramışız; hak ve selâmetin samimiyetinden, sıdk u hulûsundan mürekkep bir hava haricinde yaşayabileceğine zahip olmuşuz ve serhadlerimizde askerlerimiz bizi "Allah Allah!" nidaları ile müdafaa ettiği sırada biz Allah'tan başka şeylere inanmışız!
“Dün ilk defa olarak kemal-i vuzuhla anladım ki, bizim on seneden beri bu halka yaptırmak istediğimiz şeyler, birer maymunluktan ibaretmiş. Niçin nokta-i azimetimiz bu camiler olmamış? Niçin bu cemaati bir sokak kalabalığı hâline sokmaya çalışmışız? O cemaat ki bütün kuvve-i camiasını dininden alıyor, o cemaat ki koca bir ümmetin bir kısmıdır ve evi, barkı, yurdu, vatanı "cami"dir. Başı sıkıya gelince koşup sığındığı, kalbi inşiraha mazhar olunca gidip toplandığı bir "cami"dir. O, ne millî kulüplerde, ne harsî konferans salonlarında, ne de siyasî miting meydanlarında burada hissettiği emniyeti, huzuru, munisliği bulabilir.” (O maymunluktan kurtulmak, bugün de “cami” ile mümkün!)
"Münevverlerimiz halk mefhumunu garp âlemine göre anladıkları için bizim halkı da garptaki teşkilât usullerine göre sevk ve idare etmeği düşünüyorlar ve bu yolda yapılan tecrübelerin neticesizliğini müşahede edince onu 'atıl; müteassıp; kabiliyetsiz bir kütle' telâkki eylemek mecburiyetinde kalıyorlar. Halbuki halk bu münevverlerden müteşekkil sınıfın ika ettiği sunî alafranga muhitin haricinde kendine göre hayatını yaşıyor. Bu hayat ise derunî bir vecit ile daima müteyakkızdır. Heyecanlarını, kederlerini, meserretlerini, öfke ve inşirahını göstermek için bizim muavenetimize arz-ı ihtiyaç etmiyor; bizim bulduğumuz vasıtaların ona lüzumu yoktur. Çünkü onun kendine göre sevaiki olduğu gibi kendine göre vasıtaları da vardır. Nitekim dün, münevverlerimizden hiçbirinin haberi olmaksızın camilerimizde vuku bulan içtimalar böyle kendiliğinden olmuş, böyle teşviksiz, teşkilâtsız, sırf halkın -ümmetin diyecektim- ruhî sevaikiyle insiyakî bir suretle vuku bulmuştur.
"Dün ilk defa olarak cahil ve atıl bir kütle telâkkî ettiğimiz halk, memleketin münevverlerine bazı ulvî hakikatlerin sırrını öğretti. Bunlardan biri 'kalbin akıldan üstün olduğudur'. İkincisi sıdk ve hulûs, iman ve itikat haricinde necat yolu bulunmadığıdır. Üçüncüsü millet ile ümmet mefhumlarını birbirinden ayırmamak lâzım geldiğidir." (Metni Yrd. Doç. Dr.Fatih Bağcıoğlu’ndan aktardık. Vurgular ve ekler bize aittir.)
Sonraki yıllarda Ankara'ya çağırılan, bir ara milletvekilliği yapan, "Zoraki Diplomat" olarak yıllarca yurt dışında kalan Yakup Kadri, kimi dayatmalar sonucu, 1921’deki o muhteşem Mevlid-i Şerif’in tetiklediği kendi özüne dönüş sürecinden vazgeçerek, yukarıdaki satırlarda özeleştiri olarak dillendirdiği kendini inkâr çıkmazına tekrar yönelir ve öylece ömrünü tamamlar…
Türkiye’de kendi halkına ve değerlerine batılıların gözüyle yukarıdan bakmaya kalkanlar, Yakup Kedri’nin bu tespitlerinden etkilenirler mi, bilemem. Ama kalplerini kilitleyen inkârcı önyargıları bir kenara bırakıp, “Muhammed’in sözleri” zannettikleri “Allah kelâmı” olan Kur’ân-ı Kerim’i ciddiyetle ve düşüne düşüne bir kez olsun anlayarak okuyabilirlerse, etkilenmemeleri mümkün değildir.
İçi boş inkârcı sözler sarf etmek kolay, ey cahiller! Cesaretiniz var mı Kur’ân’la ve “Yaşayan Kur’ân” olan Hz. Peygamber’le (s.) gerçekten tanışmaya? Ve hakikatin bilgisi ışığında kendinizle yüzleşmeye?
Hodri meydan! Hadi, buyurun!
SON VİDEO HABER
Haber Ara