Ümmetin Suriye ile imtihanı
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-04-27 08:14:08
Önce iki hadis-i şerifi birlikte okuyup üzerinde iyice düşünelim:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa (hummaya) tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)
Evet, Allah’ın (c.c) yegâne ilâh ve rab, Hz. Muhammed’in de O’nun kulu ve rasûlü olduğunu kabul eden tüm Müslümanların “kardeş” olduklarını hepimiz bilir ve sıkça tekrarlarız. “Hiç şüphe yok ki, müminler ancak kardeştirler” (Hucurat 49/10) âyet-i celilesini de neredeyse dilimizden düşürmeyiz.
Peki, ama bu kardeşliğin bizlere yüklediği sorumlulukları da bilir ve gereklerini de yapar mıyız?
İşte burada, önce mümin kardeşlerimize karşı görev ve sorumluluklarımızı yeniden hatırlatmalıyız.
Hucurat/10. âyetin devamında: “Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” buyrularak, öncelikli görevimizin onlar arasında barışı sağlamak olduğu bildirilir.
İmdi, bu ilahi talimatı güncellersek:
Suriye’de egemen Sosyalist Baasçı ve İslâm’ın özünden uzak Nusayri ağırlıklı rejimin katil yöneticilerini “kardeş” saymak her ne kadar mümkün olmasa da, yönetim ile direnişçiler arasında barışı sağlamak yine de İslamî ve insani görevimizdir. Ama saldırgan saldırısına devam ediyorsa ne yapılacaktır?
Bu konuda Allah’ın (c.c) buyruğu çok açıktır:
“Eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Hucurat 49/9)
Daha önce 1980’de Hama’da 3-40 bin Müslümanı gözünü kırpmadan katleden Nusayri Baas rejimi, tam 13 aydır Müslüman kanı dökmeye devam ediyor. İlk başta Türkiye ve bazı İslâm ülkelerinin arabuluculuk yaparak katliamı durdurma sözü almalarına rağmen verdiği hiçbir sözde durmayan katil Esad yönetimi kan dökmeye devam etmektedir. Bu durumda ümmete düşen, saldırgan taraf barışa razı oluncaya ve Müslümanca davranıncaya kadar onlarla savaşmaktır.
İşte burada, Müslümanların bir “İslâm Barış Gücü” oluşturma zarureti bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Evet, Suriye’de ve diğer İslam beldelerinde akan kanı durdurma sorumluluğu, ümmet olarak omuzlarımızda yüklü bulunmaktadır.
Dahası; yukarıdaki hadis-i şeriflerde beyan buyurulduğu üzere, Müslüman kardeşlerimizi, kan içici düşmanlarının gaddar ellerine teslim edemeyiz. Yine onların ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını gidermek de biz mümin kardeşlerine düşüyor. En genel manada: -bir vücudun organları olarak- kardeşlerimizi korumak, acılarını paylaşmak ve onları sevmekle yükümlüyüz; öyle ki, onların çektikleri sıkıntılar sebebiyle bizim de hummaya tutulmuşçasına rahatsız olmamız ve uykusuz kalmamız gerekiyor.
Ne ki; Suriye’deki katil Baas rejimine karşı mazlum Müslümanların başlattığı direniş 13. ayını doldururken, ümmetin farklı unsurlarının, farklı mülahazalarla olaya oldukça farklı baktıklarını görmek insanı kahrediyor. Bu farklı bakışlar, elbette Türkiye
Müslümanlarının bakış açılarını da etkiliyor…
Suriye’de her gün onlarca Müslümanın kanı akmaya devam ederken; hepsi de zanna ve tahmine dayalı çeşitli komplo teorilerine ve stratejik tahlillere itibar ederek, yanı başlarındaki kardeşlerinin çığlıklarına kulak tıkamak akla ziyan, insafa ziyan ve hatta imana ziyan değilse nedir? Suriye yönetiminin İsrail karşıtı tutumundan yola çıkarak (ki bu da su götürür bir husustur ve ayrıca Siyonist rejimin Baasçı ve diktacı rejimleri Müslümanlara ve Müslüman Kardeşler’e tercih ettiği de aşikârdır); Suriye’deki İslâmî direnişi kolayca “Amerikancı” diye damgalamaktan çekinmeyenler ve böylece yapılan korkunç katliamları adeta meşrulaştıranlar, yarın hem bu dünyada ve hem de öbür dünyada kardeşlerinin yüzlerine bakabilecekler mi?
Ne yazık ki, Suriye’deki şanlı direnişe, Türkiye’nin dışında sahip çıkan yok. ABD ve Batı’ya kimse güvenmiyor; Türkiye’nin onları ikna çabaları da sonuç vermiyor. İran ve Hizbullah’ın, katil Baas rejiminin yanında yer alması ise, sadece İslâm dünyasında kendi itibarlarını sıfıra indirmekle kalmıyor, aynı zamanda bölgede tırmanan mezhebi gerilimi, patlamaya hazır bir bombaya dönüştürüyor.
Biz, bu durumda; İran ve Hizbullah Müslümanlarına basiret ve hidayet, Türkiye Müslümanlarına feraset ve dikkat, diğer Müslüman topluluklara da cesaret ve rikkat dilemek durumundayız. Elbette Suriye Müslümanlarının acil ihtiyaçlarını karşılamak için elimizden geleni yapmakta da acele etmeliyiz.
Bilinmelidir ki, 13 aydır binlerce şehid veren ve ölmekten asla korkmayan Suriye’deki Müslüman Sünni çoğunluk, eli kanlı Baasçı Nusayri azınlık rejimini er ya da geç tasfiye edecektir ve herkes kendisini bu sonuca göre hazırlamalıdır.
Açık ve net olarak bir öneride bulunmak gerekirse de; Rusya ve İran’ın katil Baas rejimine aleni askeri yardımları devam ederken de eli-kolu bağlı durmamalı, direnişçi Müslüman kardeşlerimize gizli-açık, bir biçimde silah yardımı sağlamalıyız.
Ayrıca; her namazda direnen Müslümanlara dualarımızı unutmamalıyız:
“Ya Rabbi! Müslüman kardeşlerimize yardım et ve ayaklarını sabit kıl!”
Beddualarımız ise çağdaş Firavun’lara ve özellikle Suriye’deki Ebû Leheb rejiminedir:
“Ya Rabbi! Onların saltanatını yerle bir et ve kalplerine korku sal!”
“Ya Rabbi! Çağın Ebu Leheb’lerinin de ellerini (güçlerini) kurut!”
Kurudu ve ve inşallah kuruyacak da!...
Dua ve beddualarımızın söylemden eyleme dönüşmesi niyazıyla…
SON VİDEO HABER
Haber Ara