Paradigmatik dönüşümün öncüsü Hz. Muhammed (s.a.v.)
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-04-15 23:51:16
İslam, Miladi 622 yılında Rasulüllah (s.a.v.)’ın Medine’de ilahi eksen üzerinde inşa ettiği devletle birlikte yeryüzünde ilk defa varlık alanına sahip oldu. Allah (c.c.)’ın elçisinin kurak ve çorak çöl arazisine ektiği tohumlar öyle yeşerdi, kök saldı, güçlü bir gövdeye kavuştu, dallandı, budaklandı ve en güzel yemişlerini biteviye insanlığa sundu ki, bu din tarihte benzerine rastlanmadık bir şekilde çok kısa zamanda renkleri, kültürleri ve dilleri birbirinden farklı olan üç kıtanın insanlarına ulaştı.
İlk doğduğu coğrafyada İslam kadim cahili paradigmanın iliklerine kadar kök saldığı ve ilişki biçimlerini belirlediği insanların hayatında çok büyük, sarsıcı değişikler meydana getirdi. Onları beşeri kodlarla kodlanmış bir hayattan ilahi kodlarla kodlanmış bir hayata taşıdı. Yarım adanın sakinlerinin hayallerinin ulaşamayacağı ölçülerde çok saygın, şerefli, izzetli bir hayatı onlara bahşetti. Son derece ibtidai hayat yaşayan, o güne kadar tutarlı ve çelişkilerden uzak bir hayat tasavvuruna sahip olamamış olan yarım adanın insanları yeni gelen bu din sayesinde kendilerinin dahi tasavvur edemeyeceği nitelikte başarılı komutanlar, diplomatlar, bürokratlar, valiler ve muallimler oldular. Hatta onlardan her hangi birisi dönemin en büyük süper gücü olan imparatorlarının karşısına dikilip “topraklarımıza niçin geldiniz?” sorusuna büyük bir vakarla “Biz kulları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kulluğa taşımak, dinlerin zulmünden kurtararak onlara İslam’ın adaletini tattırmak için geldik” diyordu.
Henüz daha küçük bir site devleti iken dahi dönemin büyük imparatorluklarıyla, köklü geçmişe sahip devletlerle diplomatik ilişkiler geliştirmiş; onlara İslam’a çağrı mektupları göndermiş Bizans/Rum ve Fars imparatorlukları gibi o günün koşullarında süper güç konumunda olan devletlere karşı siyasi, askeri ve fiilen savaş da dahil olmak üzere çeşitli atraksiyonlar gerçekleştirerek bölgenin güç dengeleri içinde kendisine bir yer aradığını göstermiştir.
Allah Rasulü (s.a.v.) vefat etmeden önce bütün yarım adayı içine alacak şekilde genişleyen İslam devletinin sınırlarını mubarek sahabiler Hulefa-i Raşidin döneminde yarım adanın dışına taşımışlardır. Dönemin en büyük devleti olan Fars imparatorluğunun toprakları Müslüman fatihler sayesinde binlerce yıl hüküm süren putperestliğin tüm kalıntılarından temizlenerek İslam’ın sancağının dalgalandığı topraklar olmuştur. Bizans imparatorluğu ise Şam diyarından ve Kuzey Afrika’dan kazınarak İslam’ın esenliği ve emniyetine kavuşturulmuştur.
Emevi Halifeleri döneminde İslam devletinin sınırları doğuda Çin seddine ve Hindistan’a kadar uzanarak Asya kıtasını içine almıştır. Daha sonra mücahitler atlarını batıya doğru mahmuzlayarak Atlas Okyanusu sahillerine, ardından İslam devletini Avrupa’ya güneyden komşu yapacak olan İspanya’ya kadar İslam sancağını götürdüler.
Abbasi Halifeleri döneminde İslam devletinin sınırları genişlemeyi sürdürmekle birlikte bu dönemde daha çok gerek İslam ilimleri gerekse fen ve beşeri bilimler alanında İslam kültürü tarihinin en münbit/üretken dönemlerini yaşamıştır. Öyle ki, bugün bilinen sosyal ve fen bilimlerinin ilk temellerini atan ve teorilerini geliştirenler Müslüman alimler olmuştur. İslam coğrafyası bir baştan bir başa medeniyetin göz kamaştırıcı eserlerinin yükseltildiği, hanların, hamamların, köprülerin, kervansarayların, camilerin, külliyelerin inşa edildiği müthiş bir imar ve inşa hareketlerine sahne olmuştur. Bu dönemde Bağdat, Semerkant, Buhara, Kahire ve Şam gibi İslam coğrafyasının belli başlı şehirleri dünyanın ilim merkezlerine dönüşmüş; en az bugünün Paris’i, Londra’sı, New York’u ve Washington’u kadar dünya milletlerinin bakışlarını üzerine çeken cazibe merkezi haline gelmiştir.
Ardından Selçukluların eliyle Anadolu toprakları kapılarını İslam’a açmıştır. Lakin bu dönemi takip eden yıllarda İslam ümmeti bir takım meydan okumalarla karşı karşıya kaldı. İslam coğrafyasının içinde bulunduğu parçalanmışlık ve kendi içindeki bölünmeleri fırsat bilen haçlı orduları Mescidi Aksa’ya kadar ilerleyip Müslümanların ilk mescidi, miracın mekanı bu kutsal beldeyi işgal ettiler. Ve burada İslam ümmetinin tarihinde ilk defa tanık olunan büyük katliamlar işlediler. Ancak bu ümmet, içinden Salahaddin Eyyübi gibi yiğitler çıkartarak mukaddes Mescidi Aksa’yı haçlıların esaretinden temizleyerek bu meydan okumanın üstesinden gelmeyi başardılar.
Ardından İslam ümmeti barbar haçlı saldırılarını aratmayacak ölçüde ikinci büyük meydan okumayla; Moğol saldırıları ile karşı karşıya kaldı. Bu meydan okuma hilafetin merkezi Bağdat’a kadar ulaşmış ve uğradığı şehirlerin Müslüman halklarını kılıçtan geçirerek İslam ümmetine unutamayacağı acıları yaşatmıştır. İslam medeniyetinin yüzlerce yılda ürettiği kültür mirasını, ilmi eserleri ve kütüphaneleri yağmalayarak şehirleri yakıp yıkmışlardır. Hatta rivayetlere göre Fırat ve Dicle nehirlerine doldurdukları kitaplardan köprü yapıp karşıdan karşıya geçmişler ve nehrin suları haftalarca mürekkep renginde akmıştır. Sonunda yine rabbimiz tıpkı haçlıların karşısına Salahaddin gibi yiğitleri çıkartarak onları İslam topraklarından temizlediği gibi Moğolları da Melikü’l-muzaffer lakaplı Baybars ve emsalleri gibi yiğit Memlük sultanları eliyle İslam topraklarından söküp atmıştır. Böylece İslam ümmeti tarihi serüveni içinde karşı karşıya kaldığı bu meydan okumalara karşı başarılı bir sınav vermiştir.
Sonrasında Osmanlılar.. Ataları Selçuklulardan nöbeti devralan Osmanlılar Anadolu coğrafyasını Bizans’ın en son kalıntılarından arındırarak, Bizans’ın kalbi olan Konstantine’yi fethederek buraya İslam’ın mührünü vurdular. Doğu Roma imparatorluğuna yüzyıllarca başkentlik yapmış olan Kostantiniyye’nin ismi “İslambol” olarak değiştirilmiş ve yıkıldığı güne kadar Osmanlı Hilafetinin başkenti olarak kalmıştır.
Osmanlı hilafeti döneminde İslam coğrafyasının sınırları Batı Roma imparatorluğunun başkenti olan Viyana’ya kadar dayanınca Hıristiyan dünyasında “Doğu Meselesi” diye bir mesele, eski tabirle “Şark Sorunu” ilk defa ciddi bir şekilde gündeme gelmiştir.
Batı bu süreçte gerek İslam dünyasından gelen meydan okumalar gerekse orta çağdan beri yakındığı sorunlar, bağnazlık, geri kalmışlık vs. nedenleri üzerinde kendi içinde sorgulamalar sonucunda 18. yüzyılda yeni bir paradigmanın temellerini oluşturdu. Rönesans/aydınlanma olarak adlandırılan bu süreçte batı modern uygarlığını şekillendirdi. Dinle ilişkilerini yeniden tanımlayan, onu bireyin vicdanına hapseden, hayatı tamamen insan aklının ekseninde/rastyonalist bir temelde inşa etmeyi ifade eden yeni bir paradigma/dünya görüşü üretti. Bu mihver düşünce ekseninde bireyi, öteki ile ilişliklerini, toplumu, iktisadı, siyaseti, sosyal yaşamı yeniden tanımladı.
18. yüzyılda batı çok yoğun bir şekilde hayata dair yeni tasavvurlar ve düşünceler geliştirirken İslam dünyası kronik bir durağanlık, atalet ve taklit dönemini yaşıyordu. Batı gerek düşünsel gerek pratik sorunsallarını bir bir çözümleyici fikirler üretirken İslam dünyası yıllardır birikmiş sorunlarının ağırlığı altında eziliyor, sorunlarına çözüm üretemiyordu. Bunun sonucunda İslam coğrafyasında -tümü için söyleyemesek de en azından azımsanmayacak sayıda- aydın ve münevver kesim içinde modern batı uygarlığının ürettiği paradigmaya ve onun biçimlendirdiği hayata öykünme hastalığı baş gösterdi.
Bu öykünme sürecini Francis Robins çok çarpıcı benzetmelerle şu şekilde ifade etmektedir. “Müslümanlar bin yıl boyunca Avrupa ile fazla ilgilenmediler; Avrupa’da kendilerine hiçbir şey veremeyecek, daha düşük bir uygarlığın olduğuna inanıyorlardı. Müslümanların Avrupa ile ilgilendikleri kadarıyla yaklaşımlarında şu eğilimler egemendi: Avrupalılar Hıristiyan olarak “ehli kitap” yani Allah’ın bilgi bahşettiği insanlardı. Ama aynı zamanda Allah’ın mesajını yanlış anlamış insanlar yani kafirlerdi. Gerek konuşmalarda gerekse resmi yazışmalarda onlardan kafirler olarak söz edilir, çoğu kez buna bir de beddua eklenirdi; pistiler: Bir Müslüman, orta çağda Frenkler için yılda “en fazla iki kez yıkanıp paklanırlar, giysileri de üzerine giydikten sonra yırtılıp parçalanıncaya kadar yıkamazlar” yorumunu yapıyordu”… Robins 19. yüzyıla gelindiğinde o güne kadar hiç ilgilenmedikleri batıya karşı Müslümanlar içinde nasıl bir öykünme, imrenme ve kompleks içine düştüklerini Fas büyükelçisinin Paris’te resmi bir geçit törenini izlerken kortejin başından sonuna Avrupa’nın güç ve ihtişamını sergileyen askeri gücünün tüylerini diken diken ettiğine dair sözleri ile ifade etmektedir”
Sonuç olarak aklını ve fikrini tamamıyla karşısında komplekse kaptırdığı batılı paradigma ile şekillendirmiş aydın ve entelektüeller sürekli olarak İslam ümmetinin İslam’a olan güvenlerini sarsıcı fikirleri onların gündemlerine taşıdılar ve onlara gerçekte geri kalmalarının nedeni olarak dinlerini gösterdiler. Onlara ilerlemek, kalkınmak ve gelişmek için dinleri ile olan bağlarını kopartmaları gerektiğini telkin edip durdular. Buna bağlı olarak Avrupa’nın yaşam biçimine hızla eklemlenen Müslüman toplumlar İslami hayattan gün geçtikçe uzaklaştılar. Sonunda İslam ümmetinin en zayıf olduğu; yabancı kültürün büyüsüyle kendinden geçtiği bir gaflet anında toprakları işgal edildi ve İslam’a sancaktarlık yapan en son İslam coğrafyası sırtlanların üşüşüne sahne oldu. Ve Allah Rasulü (s.a.v.)’nün hadisi şeriflerinde haber verdiği yürek yakıcı noktaya gelindi:
“Aç insanların yemek kabına üşüştükleri gibi yakında diğer milletler de sizin başınıza üşüşeceklerdir. Dinleyenlerden biri: O gün bizim az oluşumuzdan mı böyle olacaktır? deyince Rasulullah (s.a.v.): “Bilakis sizler o gün çok olacaksınız, fakat sizler sel üzerinde akıp giden çer çöp gibi olacaksınız. Allah (c.c.) düşmanlarınızın kalbinden sizden korkma duygusunu çekip alacaktır. Sizin kalbinize ise vehn sokacaktır” buyurdu. Yine dinleyenlerden biri: “Vehn nedir?” deyince Rasulullah (s.a.v.) “Dünyayı sevmek ölümü kerih görmektir” buyurdu.
Evet, İslam ümmetinin 18. yüzyılda batı uygarlığı karşısında yüz yüze kaldığı meydan okuma sonuçları açısından bakıldığında ne haçlı seferlerine ne de Moğol istilalarına benzemiyordu. Çünkü kimliklerini kaybetmemiş toplumlar maddi nedenlerden dolayı zaman zaman yenik düşseler de yeniden toparlanma ve kaybettiklerine yeniden sahip olma imkanı bulabilirler. Ya kimliğini kaybeden toplumlar?! Deryada koordinatlarını kaybetmiş ne tarafa yol alacağını bilemeyen kaptan gibi tarihin akışı içinde sürüklenip gitmekten kendilerini alıkoyabilirler mi?
Uygarlıklar insan ömrüne benzetilir. Her uygarlığın doğup, gelişip öleceği söylenir. Doğru.. İnsan kendisini parazitlerden ne kadar korursa korusun onun bir eceli vardır, nihayetinde ölecektir. İnsan nesli de Allah’ın bilebileceği kıyamet saati geldiğinde sona erecektir. Bu, ilahi kaderle ilgilidir. Biz bizimle ilgili olan boyutunu düşündüğümüzde uygarlıkların kendilerine yönelen meydan okumalarla baş edebilme iradesini ve becerisini gösterebildiklerinde çökmeyeceklerini düşünüyoruz. Bundan dolayı şunu söylemeliyiz ki; İslam ümmeti maalesef geçmişte haçlı seferleri ve Moğol istilaları gibi büyük meydan okumalarla baş etme iradesi gösterebilmişken bu son meydan okuma; batılı paradigmadan kendisine yöneltilmiş meydan okuma ile baş etme iradesi gösterememiş ve sonunda 1300 yıl insanlığı meşalesi ile aydınlattığı medeniyetinin çökmesine mani olamamıştır.
Bir başka ifadeyle bugünümüzün dünyasını iki yüzyıldır biçimlendiren modern paradigmayı üreten aydınlanma çağının filozoflarının ortaya koyduğu gibi insana, hayata, topluma, iktisada, siyasete, sosyal yaşama vs. dair temel doktrinler, davranış kuramları ve teoriler geliştirememiştir. Örneğin bizim zihinlerimizde abdest, taharet, namaz vb. bireysel alana ilişkin olanın dışında İslam’ın yönetim, iktisad, siyaset, uluslar arası ilişkiler vs. hayatın esas can alıcı noktalarına ilişkin net bir çerçeve bir tasavvur yoktur.
Allah’ın insanlar arasından seçtiği en hayırlı, vasat/model ümmet olan İslam ümmeti maalesef son yüzyılda doğudan ve batıdan transfer edilen paradigma ve onun ürettiği projelerle kalkınma modellerini denedi. Bu projelerin her birinin yanına vardığında susuzluğuna çare olacak suyu bulamayan insanın hali gibi uzaktan gördüğü şeyin seraptan ibaret olduğunu fark etti. 18. yüzyılın ürettiği paradigmanın ve onun ekseninde üretilen bütün projelerin hiçbirisinin 1300 yıl İslam’ın kendisine bahşettiği güzellikleri, insanca yaşam standartlarını temin edemeyeceğini anladı. Burada derin analizlerine giremeyeceğimiz birçok saikle birlikte geldiğimiz noktada artık İslam ümmeti Rabbisinin dinine dönmekte ve modern paradigmanın ürettiği bütün sorunsallara İslam ekseninde çözüm arama eğilimi göstermekte ve değişim sancıları çekmektedir.
Bu bağlamda yaşadığımız çağın egemen paradigması kapitalizmin insanlığı eşiğine getirdiği uygarlık krizinin bütün yer küreyi kuşatma altına aldığı günümüzde genelde bütün insanlığın özelde ise batılı paradigmanın ürettiği en yakıcı sorunlarla son iki yüzyıldır boğuşan, çok ağır bedeller ödeyen İslam ümmetinin içinde bulunduğu alçaltıcı koşullardan kurtulabilmesi için Hz. Peygamber (s.a.v.)’i anlamanın gerekliliğini bir kez daha kavramış bulunuyoruz.
Allah rasulü (s.a.v.) ilahi rehberlik doğrultusunda insan, hayat ve evren hakkında tasavvur/temel bir paradigma ortaya koymuş, bu paradigma ekseninde insana, topluma ve onun sosyal, siyasal, ekonomik hatta uluslar arası ilişkilerine dair yeni yaklaşımlar getirmiş ve bu yeni paradigma ekseninde toplumun nasıl değiştirilebileceğine ilişkin model sunmuş bir öncü, bir dönüştürücü lider olarak değerlendirmenin gerekliliği tartışılmaz bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır.
Bu bağlamda bizler kutlu nebinin, gönderildiği dönemde egemen cahili paradigma ve onun ürettiği sorunsallar içinde çırpınıp duran toplumunu ilahi yol haritası eşliğinde nasıl dönüştürdüğü; İslami paradigma ekseninde ideal bir toplum modelini inşa etme sürecine kadar hangi adımları takip ettiği noktasında bir sorgulamanın ürünü olan ve “Paradigmatik Dönüşümün Öncüsü Hz. Muhammed (s.a.v.)” adlı bir kitap çalışmasını okurlarımızın ilgisine sunduk.
Bizler bu çalışmamızda Allah’ın insanlara uzanmış sıcak eli/yaşayan Peygamberini bir toplumsal değişimci, bir dönüştürücü ve Arap yarım adasında ortaya çıkan İslami paradigma eksenli dönüşüm hareketine öncülük etmiş, devlet kurmuş, uygarlık inşa etmiş, hatta onu küresel bir çağrı olarak sınırlarının ötesinde büyük devletlerle komşuluk ilişkilerinin temeli haline getirmiş bir şahsiyet olarak ele almaya çalışacağız.
Her türlü noksanlıktan uzak olan ve her işi hikmetle yapan yüce Rabbimden bu çalışmamızı hikmet arayışında olanlar için aracı kılmasını ve bizleri kutlu nebiyi çağına en güzel biçimde taşıyabilenlerden kılmasını diliyorum
Gayret bizden muvaffakiyet Allah’tandır
1- Ayrıntılar için bkz. Francis Robins. Resimli İslam Dünyası Tarihi, s. 18
2- Ebû Davut: Hadis no: 4297.
SON VİDEO HABER
Haber Ara