Dünyadaki gelişmeleri, içerdeki epeyce sığ politik çekişmelerin optiğinden değerlendirir, iki ucuz alkış almak için hamasete sığınırsanız, sonunda kendi kendinizle çelişmek zorunda kalırsınız.
Kaddafi, tanklarıyla, uçaklarıyla “isyancıları” ezmeye giderken, “fareler” olarak nitelediği halkını “paralı askerlerine” öldürtürken, insanlar “bizi Kaddafi’nin füzelerinden koruyun” diye bağırırken, bu katliama müdahale edenleri “emperyalizmle” suçlayanlara katılıp, Başbakan Erdoğan gibi “biz, silahımızı Libya halkına çevirmeyiz” derseniz, size “Libya halkı kim” diye sorarlar.
“Kaddafi ve paralı adamları mı” Libya halkı yoksa “Kaddafi’nin öldürmeye gittiği insanlar mı” Libya halkı?
Kaddafi’yi durdurma operasyonuna karşı çıkmanızı, “orada 25 milyar dolarlık yatırımımız var, müteahhitlerimiz iş yapıyor” diye açıklarsanız, politikanızı “çıkarınıza” göre belirlediğinizi söylerseniz, o zaman da kimseyi “emperyalist çıkarlar gözetmekle” suçlayamazsınız.
Yok eğer, Libya operasyonunun başını Sarkozy gibi birinin çekmesinden rahatsızsanız, o zaman da “sen niye başı çekmedin” diye sorarlar adama.
Eğer Türkiye gibi “hem Müslümanlıkta hem demokratlıkta” iddialı bir ülke, Kaddafi’yi değil de gerçekten Libya halkını düşünüp, dünyaya “katliamı durduralım, Kaddafi’den petrol alacağız diye bu faciaya sessiz kalamazsınız” diye seslenseydi, bunu becerebilseydi, bugün yeryüzünün ve “ezilen” insanların gerçek yıldızı olurdu.
Doğu da, Batı da saygıyla selamlardı Türkiye’yi.
Ezileni değil ezeni tuttuk.
Putin gibi birinin “haçlı seferleri” lafının peşine takıldık.
Ne oldu peki sonunda?
Daha teskere Meclis’ten geçmeden NATO, Türkiye’nin Libya’ya uygulanan deniz ambargosuna altı gemiyle katılacağını açıkladı.
Doğrusu da buydu.
Ama biz kafamızı “hamasi didişmelerden” kaldırıp gerçeği görene kadar, bütün dünyada Kaddafi’ye sahip çıkan, Kaddafi’yi durdurmak isteyen Batılı güçlere ayak bağı olan, ne istediği, ne dediği belirsiz bir ülke olarak görüldük.
Sonunda da “karar veren” değil, “sürüklenen” bir ülke olarak NATO’nun kafilesine katıldık.
Bu hallere düşmeye gerek var mıydı?
Tayyip Erdoğan, dünya liderlerinden biri olacak karizmaya sahip ama İsrail zulmüne karşı gösterdiği cesur ve kararlı tavrı “Müslüman” diktatörlere karşı gösteremiyor, eğer bu “dindaşlık gayretinden” kaynaklanıyorsa, danışmanlarının ona, “sadece diktatörlerin değil, o diktatörlerin öldürdüğü insanların da Müslüman olduğunu” hatırlatması gerek.
Sadece “ezenlerle” mi dindaşız, “ezilenler” dindaşımız değil mi?
Bu ülkenin dindarları ellerini vicdanlarına koyup cevap versinler, Libya’nın Müslüman halkını öldüren Kaddafi, Yahudi ya da Hıristiyan olsaydı böyle mi davranırlardı?
Erdoğan ve onun medyadaki yakınları her türlü eleştiriyi “art niyetli bir düşmanlık” olarak değerlendiriyor.
Böyle bir inanç ancak “Erdoğan’ın her yaptığı doğrudur” diyen bir anlayıştan kaynaklanır.
Erdoğan’ın her yaptığı doğru değil, özellikle seçimler yaklaşırken çok hata yapıyor.
Bir bakın, bugün Libya konusunda Sarkozy’nin, bedelli askerlik konusunda Kılıçdaroğlu’nun, anayasa konusunda ise TÜSİAD’ın gerisinde kalmış bir lider görüntüsü veriyor.
İstediği bu mu?
Çok yakın bir zamana kadar Erdoğan, “mazlumlar” konusunda Sarkozy’den, askerlik konusunda Kılıçdaroğlu’ndan, anayasa konusunda TÜSİAD’dan çok ilerdeydi.
Yeminli Erdoğan düşmanlarını bir kenara bırakın ama haklı olduğu her yerde Erdoğan’ı desteklemiş olan insanlar bugün Erdoğan’ı eleştiriyorsa, bunun nedeni, onun eski haline dönmesini istemelerindendir.
Bizim dün ciddi bir gazetecilik “hatasıyla” yeterince iyi değerlendiremediğimiz Cem Boyner’in “birey-devlet” konusundaki muhteşem konuşmasını bir daha okusun Erdoğan, bir zamanlar öyle konuşmaları kendisi yapardı.
TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in, Profesör Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyete hazırlattığı fevkalade cesur ve demokrat yeni anayasayı bir incelesin.
Bir zamanlar Profesör Özbudun’dan kendisi yeni bir anayasa istiyordu.
Hamasetle, milliyetçilik yarışmasıyla, diktatörlerle dayanışmaya girerek, anayasayı, reformları, Avrupa Birliği’ni rafa kaldırarak, Kürt açılımını unutarak Erdoğan’ın varacağı bir yer yok, böyle yaparsa, bu seçim kazanacağı son seçim olur.
Ezilenleri koruyarak, reformlara, demokrasiye, yeni bir anayasaya, Kürt açılımına sahip çıkarak hem kendi kazanır, hem bu ülke kazanır.
Sadece çok istediği Çankaya’ya değil, dünyanın ve halkının saygısını kazanmış, tarihe geçmiş, unutulmaz bir lider olma ayrıcalığına da kavuşur.