Sandıklı'dan çıkalı epey oldu ama ben Sandıklılı bir düşünürüm. Halam ilkokul mezunuydu, annem hiç okumamıştı yine de ben onlardan çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Çünkü yüzyılların gerisinde duran çok derin bir kültürün yansımaları vardı üzerimizde. Ama biz çocukken onları hep küçümserdik. O küçümsemelerimize karşı Sandıklı'da hala kullanılan bir deyim söylenirdi bize: 'Anan soğan, baban sarımsak, sen nereden oldun gülbe şeker?' Böyle denilirdi, işte. 'Allah Allah bu ne demek?' diye çok düşünmüşümdür. Annem soğan, babam sarımsak olacak, biz de her nasılsa şeker oluvereceğiz!
Sonra anladım ki, biz soğan ve sarımsak bile olamıyoruz. Onların deneyimli ve hikmet dolu biçimde hayata bakışları karşısında, bizim, günlük yaşamın telaşı içersindeki kaygılarımız, ufak hesaplarımız, soğukluğumuz, insan yakınlığını, sıcaklığını, yüreğini unutuşumuz ne denli sıradanlığa, sığlığa tutsak olduğumuzu gösteriyor.
Bize yerelliği ıskalayan bir evrensellik öğretilmeye çalışıldı. Yerel olmak, doğduğun bölgenin diliyle, şivesiyle konuşmak onun adetlerini taşıyor olmak, uygar olamamanın yeterince gelişememenin, aydın olamamanın bir sonucu gibi algılandı. Oysa insan kendi topraklarından gelen güçle insan olabiliyor. İnsan eğer, bir dünya vatandaşı olacaksa, önce doğduğu yerin insanı olmalı. Ben Sandıklılı olmadan Türk olamam, Türkiyeli olamam, Avrupalı olamam, Dünyalı olamam. Ben Sandıklılıyım ve benim eğer bir farklılığım varsa, bu topraklarda doğmuş olmamdan gelen farklılığımdır. Bu farklılığımızı kesinlikle korumak durumundayız.
Mevzii (yerel) problemlerimizi çözmeden, mevzii olmanın şuuruna, bilincine varmadan umumi olabilmenin, dünya vatandaşı olabilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Benim gönül felsefem biraz buradan kaynaklanan bir şeydir. Ben çok sıkı biçimde Anglo-Amerikan kültür içinde eğitildim. Çok küçük yaşlarda almaya başladım bu eğitimi. Ama o benim Sandıklılı yanım bana büyük ölçüde bu topraklara olan borcumu hatırlatmıştır. Ben hep Sandıklılı olduğumu, Türk olduğumu hiçbir zaman unutmadım. Dolayısıyla, siz de, benim bu düşüncelerimi anlamlı buluyorsanız, dünyanın neresine giderseniz gidin, Afrika'da da hizmet edebilirsiniz, Avustralya'da da hizmet edebilirsiniz, ama buralara borcumuz olduğunu unutmayın. Biz hep borçlu doğuyoruz, alacaklı doğmuyoruz. Bizim en büyük aldanmamız budur: Türk insanının çoğunluğunun kendini alacaklı sanmasıdır. Hayata öyle bir bakıyoruz ki, hayatın bize borcu varmış da, ödemiyormuş gibi. Biz hep mazlum, ezilen ve alacaklıymış gibi baktığımız için, hep edilgen kalıyoruz, hareketsiz kalıyoruz, hep şikayetçi oluyoruz. Bu da bizi üretmekten, kendimizi aşmaktan ve seçenekleri görmekten alıkoyuyor.
İnsanlık adına en büyük ayıp, olabileceği kadar olamamak, yapabileceği kadar yapamamaktır. Ben bundan daha büyük ahlaksızlık bilmiyorum. 'Adam iyi bir adam da tembel' diyorlar. Tembel diye bir söz bilmiyorum. Bence tembeller ahlaksızdır, kötümserler de ahlaksızdır. 'Dünya batıyor, bittik, mahvolduk Türkiye'nin sonu yok, Avrupa bizi almayacak, yarın zelzele olacak, İstanbul yıkılacak, kıyamet kopacak' gibi. Hayata hep böyle kötümser tabloyla bakmanın ahlaksız olan yanı nedir biliyor musunuz? Olabileceğimizi olmamaktır, bu topluma verebileceğimizi verememektir. Olumlu anlamda yetenekleriniz, potansiyeliniz neyse, onları gerçekleştirmemektir.
Keman çalabilecekken tembellik edip çalmıyorsan çok ayıp ediyorsun. İnsanlara bir şeyler verebileceksem, onları vermekle yükümlüyüm, borçluyuz, biz bu topraklara, atalarımıza, elbette bir Sandıklılı olarak da Sandıklımıza çok borcumuz var.
Sandıklılı insanda benim gördüğüm daha çok pragmatik bir bakış var. Anadolu insanı biraz öyledir. Meselelere ekonomik açıdan ve sosyolojik açıdan bakmaya daha yatkın gözüküyor. Halbuki ben küçükken, annem, halam bizi mevlide götürürdü. Orada Yunus'tan ilahiler okunurdu. Bu Yunus ne müthiş bir adam, ne mutlu bize ki, bu topraklarda Yunus var, Yunus'un ilahilerini, Yunus'un şiirlerini söyleyip, Yunus'u duymamak, bize yakışmıyor. Yunus'u unutup uyanık bir işadamı olmaya kalkmak ve kendini bir Teksaslı sanmak! Halbuki sen Sandıklılısın
devamı