Dolar

35,1981

Euro

36,7471

Altın

2.968,65

Bist

9.724,50

Gerçekten hain miyiz?

12 Yıl Önce Güncellendi

2014-01-10 16:17:09

Gerçekten hain miyiz?
Otuz yıldır bu yapının içinde olan bir dostum aradı. “Epeydir seni takip ediyorum. 17 Aralık’tan beridir. Cemaat üzerinde yazıyorsun. Hem ne oluyor bunu konuşalım hem de bu aralar çok doluyum. İçimi boşaltayım” dedi. Mütevazı, sözüne güvenilir ve ahlaklı bir iş adamı olarak bilirim kendisini. “Olur” dedim ve görüştük. Tabii birçok şey konuştuk. Ama bana söyledikleri şu cümleler içimi acıttı doğrusu.

“Bu son olaylar ciddi anlamda beni yıprattı. Başbakan’ın dershanelere yönelik almış olduğu kararı kabullenemiyordu. Hatta başbakan’ın bu konuda yönlendirildiğini dahi düşünüyor ve hayıflanıyordum. Ama sonrası ise tam bir felaket oldu. Beynimde sinir hücrelerimle oynanıyor hissine kapıldım. 17 Aralık operasyonu ve abonesi olduğum gazetem ve sürekli seyrettiğim haber kanalım, felaket senaryolarını sunuyordu. Gerçekten bu benim gazetem mi ya da haber kanalım mı diye bir ara düşündüm. Hatta eşime dönüp ben rüyada kâbus mu görüyorum dedim.”

“Artık o hale geldik ki dostlarımla birlikte gittiğim camiye gitmekten utanıyor oldum. Dostlarımın yüzüne bakamıyorum. Hayatımda ilk kez hep gittiğim camiye gitmek istemedim. Birlikte omuz omuza namaz kıldığım kardeşimin omuzuna dokunmaktan tereddüt ettim. Gerçekten söylendiği gibi cemaat Türkiye’ye ihanet mi etti. Yani biz gerçekten hain miyiz?”

Bunu anlamak için cemaatin kuruluşuna gitmek gerekiyor ve sonrasındaki değişimlere ve kimlerle iş tuttuklarına bakmak gerekiyor.

Mütevazı başlayan yolculuk, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri üzerinden yürütülüyordu. İnsanlar samimi bir şekilde toplanıyor Said Nursî’nin kitapları üzerinde dersler yapıyor, İslami anlamda birbirlerine şahitlik ederlerdi. Bu ders halkalarında Bediüzzaman Said Nursî’nin ilk öğrencilerinden biri yoksa Fetullah Hoca, kitabı okuyup yorumlayan olurdu. Yetmişlerin sonlarına doğru Hocaefendi’nin yıldızının parlamaya başladığı dönemdir. Kendine has hitabeti ve anlatım tekniğiyle verdiği vaazlarla etrafına kalabalıkları topluyordu.

Bu vaazlar, seksen geleneğine uyularak kasetlere alınıyordu. Böylece Türkiye’de Hocaefendi verdiği vaazlarla girmediği kent ve kasabası kalmıyordu. Ceberut devlet karşısında sindirilmiş halk bu vaazları İslami bir yaşamın ve ceberut devlete bir başkaldırı olarak okuyordu. Çünkü her şeyin yasak olduğuna inanılan bir ülkede insanlar, islamı anlatan herkese kucağını açıyordu.
Peygamberden bahsederken hüngür hüngür ağlaması dinleyicileri etkiliyor ve bu durum çevresinin giderek genişlemesini sağlıyordu. Seksenlerin ikinci yarısından sonra çalışmalarda değişimler olmaya başladı. Yurt ve evlerde yetiştirilen insanlar devletin belli kademelerine gelmesi devletle olan ilişkilerin gözden geçirilmesi anlamına geliyordu.

Artık işler değişmişti. Said Nursî’nin eserleri dil zenginliği sağlayan materyallerden öte bir şey olmamaya başlamıştı. Devletle girilen dirsek teması, vaazlarında da uluslararası bir stratejinin boyutunu ortaya koymaya başladığı dönemdir. Devletle ilişkiler sağlamlaştırıldıkça bilgiler istihbarat üzerinden konuşulmaya başlandı.

İran devrimi sonrası emperyalist güçler karşısında devrimci bir tutum sergileyen birçok İslami yapılanmaya karşı, bölgede ılımlı İslam denen ve emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarını zedelemeyen bir islamın olması gerekiyordu. “Radikal İslam”a karşı “Ilımlı İslam”la çıkmak gerekiyordu. Gülen hareketi işte tamda burada devreye giriyordu.

Gülen’in İslami birikimi, İslam geleneğine olan vukufiyetini tartışmaya açacak değiliz. Ama kullandığı kavramlar tasavvuf geleneği üzerinden bize gelen kavramlardı. Vaazlarında peygambere göndermelerde bulunduğunda söylediği şeylerle İbni Arabî’nin Fususu’l-Hikem kitabının önsözünde dediği şeylerle çakışıyordu.

İslamı, bu yaklaşım biçimi ile anlatmak özellikle modern zamanlar için bulunmaz fırsatlar sağladığı gibi, bireyler arasındaki ilişkileri de Hoca- talebe ilişkisinden çok Şeyh-mürit ilişkisine dönüştürülüyordu. Hele evlerde ilişkiler “Hocaefendi sıran olduğu halde bulaşıkları akşamdan yıkamadığın için bu gece gelip bulaşıkları yıkadı” sözüyle aktarıldığında bağlılığın derecesi fersah fersah artırıyordu.

Sıradan başlayan bir çaba ve samimi duygular, zaman ilerledikçe projelere dönüştü. Bu projeler büyüyüp serpildikçe, alanı genişledikçe kontrolü zor bir ahtapot halini aldı. Projeyi uluslararası bir boyutla okullar üzerinden taşımak ise dışarıdan da kollara ihtiyaç hâsıl oldu. Bu proje batılı emperyalistlerin tam da istediği ve önlerinde buldukları için tüm destekleriyle yanlarında oldular.
Bu projelerden biri Abant Platformuydu. Bu platformun düzenlemiş olduğu etkinliklerle gündem oluşturuyordu. Cemaat bu platformun düzenlediği etkinliklerle toplumda ciddi itibar devşiriyordu. Kimsenin tartışmadığını herkesimden insanları tartışmaya katarak batılı tarzdaki tink tank kuruluşlarını örneklendiriyordu.

Gülen Hareket’i Türkiye içinde de istediği yere gelmek için Ak Parti önemli fırsatlar sundu önlerine. Bu fırsatlarla en organizeli ve ne istediğini bilenler olarak istedikleri köşe başlarını tutmayı da başardılar. Ak Parti kadrosu yüzünü askere dönüp tüm zorlukların oradan geleceğine dair taşıdığı endişe burunların dibinden olup bitenden haberdar olmamalarını sağlıyordu. Daha önce yaşanmış olduğu tecrübelerle ister istemez Ak Parti kadrosunun dikkatini buraya yönlendirmişti.

2002’den 2010 yılına kadar istediği yere gelmişti. Paralel yapıları büyük oranda tasfiye etmeyi başarmışlardı. Artık sonuç almak istiyorlardı. Ama Başbakan Erdoğan bu konuda ikna edilemiyordu. Büyüttükleri canavarın kollarından bazılarını devreye koyarak, Başbakanı köşeye sıkıştırmaya başladılar.

Başbakan karşı hamlede bulununca canavar kontrolden çıktı. Yok oluşunun saldırı bayrağını çekti. Artık Hocaefendi bile canavarı durduramıyordu. Cemaat içindeki birçok insan bunu anlamakta zorlanmaya başladı. Cemaatin “hain” olarak nitelendirilmesine bile olaylara baktıklarında şaşırmadıklarını dillendirmeye başladılar.

Haber Ara