İnsan, gereksinim duyduğunda bir mekân edinir. Bu mekânı edinmeden önce ihtiyaçlarını ve önceliklerini belirler. Merkeze neyi yerleştirmesi gerektiği bu düşüncesinin ana eksenini oluşturur. Bunun için değişik bakış açıları geliştirir. Yine onun değerler dünyası bu bakış açılarını biçimlendirir. Böylece yerleşeceği yere dair fikirler oluşur. Bu fikirlerin seslendirilmesiyle yaşama dair bir yol çizilmiş olur. Düşünsel süreç mekânın siluetini ve kişinin ahlakını inşa eder. Mekânla birlikte insanın kendisi de yapısal sürecin içine girmiş olur. Mekânın yapısal bozukluğu bireyin ve toplumun kişilik bozukluğunu beraber taşıyacaktır. Hastalıklı bireyi ancak hastalıklı bir mekân taşıyabilecektir. Bunun için yere göre fikirler netleşir ve ona göre hayatiyet kazanır.
“İnsan ve mekân ilişkisi”nin çok boyutlu yapısı, kaçınılmaz olarak insanların gereksinimlerine “fiziksel” çözümler üretmekten ve yön vermekten önce, “fikirsel” mesajlar içerir ve giderek “bir yaşam biçimi” tanımlar. “Yaşam biçimi”, öncelikle düşünsel bir kavramdır. Değerler dünyasına aittir ve yaşamın niteliklerine yönelir.”[1] Bu nitelikler düşüncenin ne kadar oturduğuyla alakalı olarak ilerler ve durur. İnsanın değerler dünyası kendisini şekillendirdiği gibi, yaşadığı ve düzenlediği yerin kavramsal düzlemde bir şehir mantığını da ortaya koyar. Profan ve pozitivist bir düşünce biçimin kurguladığı insan ve mekânda hangi hakikati aramak gerektiği sorusu sorulmaya değer olarak önümüze çıkacaktır. Bu sorunun cevabı tarih boyunca aranmış ve aranmaya devam edilecektir. İnsanların algılarındaki değişikliklerle birlikte hakikat arayışlarındaki imgeler yer değiştirmektedir.
İnsanoğlu var olduğu günden beri başlayarak “yaşam çevresi”ni yeniden üretmektedir. Bu bazen bulunduğu mekâna “ruhunu” vererek sağlayabildiği gibi, bazen de “var olan ruhu” alarak yolunu sürdürmektedir. En fazlada şehrin ruhunu satarak korsan bu mekan yaratır. Böylece gulyabani bir kentin sokaklarında dolanan kimliksiz ve şekilsiz varlıklara dönüşürüz. Bugün şehirleri dönüştürmediklerinden dolayı dönüşmüş yığınlarla karşı karşıyayız. “Hayalet şehir” olgusu ile zihinlerdeki “hayalet şehir” olgusu yan yana getirildiğinde aynı olmadığı görülecektir. Gündelik hayatta bu kavram kullanıldığında, içinde kimsenin olmadığı ve insanın kendisine müdahalesinin bittiği ya da bittirildiği “şehir” resmi görünmektedir. Oysa kötü olan durum bu değildir. Korkunç olan durum, içinde kalabalıkların olması ve varlıklarının görünmemesidir. Silik bir tablo ile karşı karşıyayız. Oturup konuşulması gereken konulardan biri de budur bence.
“Kentsel ve mekânsal dönüşüm süreçleri tarih boyunca, toplumsal yaşamdaki gelişmelere ve bunların nedenledikleri parametrelere bağlı olarak değişmektedir. Geçmişten günümüze uzanan süreçte, her türlü insan yerleşmesi farklı bir “insan-mekân” ilişkisi söz konusu olduğu ve bunların farklı kimlikler yaratmış oldukları söylenebilir. Bugün bunlar mimarlık araştırmalarının önemli başlıkları olarak kurumsal anlamda “kimlik”, “özgünlük”, “yerellik” vb. temalarla sıklıkla tartışılmaktadır.”[2] Bu tartışmalarda insanlar bulundukları yerde değerlendirmelerde bulunmaktadırlar. Çünkü şehrin inşası belli bir perspektiften bakılarak gerçekleşmektedir. İnşa edilen şeye bir isim vermeniz ve bir kimlik kazandırmanız gerekir ki, yapılan iş anlamlı kılınsın. Kimlik şehrin ruhunu şekillendirir. Duruşu ve şehir sakinlerinin ilişki biçimlerinde rol alır. Alış verişlerinden okuma biçimlerine, yemek kültürlerinden giyim kültürlerine kadar her şeylerine karışır. Adınız kadar oturduğunuz mekânda sizi ele verecektir çünkü…
Bireyin çevresini dönüştürme ve algılama biçimi her geçen gün yeni boyutlar kazanmaktadır. Çünkü kurulduğundan beri olumlu ya da olumsuz bir şekilde değişmektedir. Bu kendiliğinden gerçekleşen bir değişim değildir tabi. Bunu insanın bizzat kendisi gerçekleştirmektedir. İnsanoğlu “kendi mezarını kendisi kazmıyor” mu? Değişim sürecini belli bir disiplin alanından alarak tek taraflı incelemek doğru değildir. Tarihi, sosyo-ekonomik, politik, psikolojik ve düşünsel anlamda değerlendirilmelidir. Böylece ortaya çıkan veya ortada duran şey doğru değerlendirilebilsin. Bu nedenle mekânlar, yaşamsal dönüşümün izdüşümleri olarak, çok boyutlu ve çok disiplinli olarak ele almayı gerektirir. Böylece doğru bir okuma doğru bir değerlendirmeyi beraberinde getirmiş olsun.
Şehrin, fiziksel boyutunu, sosyal boyutunu veya psikolojik boyutunu bir kenara bırakarak, şehir olgusunu tam olarak anlatamazsın. Şehrin insansız tanınamayacağı belirtmiştik. Onun için insan ve kapladığı alan, kâinat, madde ya da mana nasıl ele alınırsa alınsın ve yine nasıl tanımlanırsa tanımlansın mekânla insan arasında derin bir bağ olduğu hiçbir şekilde inkâr edilemez. Onun için insan küçük bir âlem olarak tasvir edilmiştir. Yani iç içe geçen bu iki vazgeçilmez bir birinden ayrı şekilde açıklanamayacaktır. Çünkü varoluşları birbirinden bağımsız değildir. “Âlem insandır, insan da âlem.” Tarih sahnesinde gelip geçen tüm uygarlıklar kendilerini bu bağ çerçevesinde bıraktıkları mekânlarıyla anlatmaya çalışmışlardır. Arkeologların yaptığı kazılar antropologların çıkarsamaları da hep bu minval üzere olmuştur. Çünkü tanımlama bu ilişki göz önüne almadan gerçekleşmeyecektir. Ya da yanlış başlayan bir süreci yanlış bir yöne kaydırmaktan başka bir şey olmayacaktır. Onun için bütün mekân organizasyonlarını insanla mekân arasındaki bu bağı yorumlayarak, gerçekleştirmişler. Bunun da belli bir düşüncenin ürünü olduğu inkâr edilemez. Şehir olgusu, yaşama bakış olgusudur. Hayatı kurgulamanın mekâna yansıyan estetik izdüşümüdür.
Yaşam duyumlara göre biçimlenir. Duyumlar ne kadar iyi beslemişse, şehir o kadar estetik kazanır. Duyumların aşkınlığı kadar, şehirlerin mükemmelliği ortaya çıkar. Çünkü şehir insanın içindeki ritmi konuşturur. Şehrin tüm dokusuna işlediği bu insani ritim bazen siluet olarak dışa yansıdığı gibi, bazen de bir şiirin mısrası olarak öne çıkar. Şehir duyumlarla beslendiğinden dolayı kimi zaman şair’in şiiri kimi zaman da mimarın elinde titrek bir nağme olur. İnsan estetiğinin şehre yansıması okunur gözbebeklerinde bakanın. Şehir mimar için parmak ucuyla beslenecek bir çocuk gibi görülmektedir. Onun için bütün hüner ve gizemini şehrin görünen ve görünmeyen dokusuna işler. Bu sır, kimi yerde bir mabedi süsleyen bir rik’a, kimi yerde üzerine mavi bir lale düşmüş çinidir.
İnsan çevresinde gördüğü nesneleri biçime sokarak algılar. İnsan zihninin sahip olduğu düzey; kavram ve resimlerin ne kadar boşluğu doldurduğuyla alakalıdır. Bu insanda bir algı mekanizmasını geliştirir. Şehir oluşumu veya yaklaşımı bu sahip olunan algının seviyesi belirlemektedir. Algı düzeyi biçim düzeyini belirler. Biçim düzeyi, şehrin ve mekânın siluetini ve ruhunu dışarı yansıtacaktır. Biçim, şehrim şehir olma özelliğinin yaşanması ve yansımasını barındırır. Olayların çığırından çıktığı bir şehir tasavvur edilebildiği gibi, karşılıklı nezaketin sürdüğü bir yeri de yansıtabilmektedir. Çünkü şehir yaşayan bir organdır. Beslenmesi gereken bir bebektir. Nasıl yetiştirirseniz, öyle olacaktır. Vereceğiniz şey, bir siluet olarak ruhunuzu yansıtacaktır.
Bugün şehir küresel kültür içinde birçok paradoksu barındıran, çelişki ve karmaşıklık içeren bir hibrit (melez) yapıdır. İkili dünya görüşü ve onun uzantısı indirgemeci yaklaşım ile bu hibrit yapıyı derinlemesine anlamak olanaksız kılıyor. Şirk unsuru bu düşüncenin yapının merkezine oturtulması insanoğlunu boşluğa itmiş durumdadır. Şehir ve insan olgusu tartışma konusu kılınacaksa eğer farklı disiplin alanlarını da içine alacak şekilde bir bakış açısının geliştirilmesi gerekmektedir. Bir şehir ne tek başına parçalardan hareketle tanımlanabilir ne de bütününü önceleyerek çözümlemesi sağlanabilir. Şehir olgusundaki değişimi ancak parçalarla bütün arasındaki ilişkiyle yakalanabilir. Bu boşluk farklı renk ve tabiatlı yeni tanrıların yaratılmasına neden olmaktadır. Bu durum yeni, ama nasıl olacağı belli olmayan farklı tanrıların mabetlerinin inşasının gerekliliğine götürmekte insanı. Sisle kaplanmış zihinlerin, sisli şehirler inşa etmelerinin arkasında yatan düşünce budur. Bununla birlikte ilahi değerlerle bağı koparılmış ve oradan buraya ve buradan başka yerlere savrulan bir zihnin yorgun ve çatışmacı sancılarının da taşındığın inkâr edilmemelidir. Bu durum içinde hem şehri algılayacak hem de şehir tasavvuru oluşturmak çok kolay olmasa gerektir.
İnsanın değerleri çerçevesinde bir şehir imgesi taşıması kadar normal bir şey yoktur. Her dinin, düşünce ve ideolojinin bir şehir imgesi vardır. Şehir imgesinden anlaşılan, o şehrin genel görünümü ile yaşam tarzıdır. Sokakları caddeleri, parkları, heykelleri, kütüphaneleri, halkın bir arada bulunduğu mekânları, insanların giyim ve davranış biçimleri, şehrin mimarisi ve şehir imgesi hakkında görüş oluşturan, fikir veren unsurlardır.
Şehir imgesini oluşturan en önemli yapılardan biri de dini yapılardır. Dini yapılar, tarih boyunca şehir kimliğine katkıda bulunan unsurlar olarak, şehir içinde yer almıştır. Yapılar konumlandığı çevreyi tanımlamayı ve kimlik kazandırma fonksiyonunu icra eder. Şehrin imgesi, şehre ruh veren anlayıştır. Merkezi bir konum edinmiştir. Mesela New York’un imgesi İkiz Kulelerdi. Ona saldırılması ve oranın yıkılması, şehrin imgesinin yok olması anlamı çıkmaktadır. Onun için merkezi bir yerde şehrin insanlarının ruhunu yansıtacak bir yapının olması, orada yaşayanlar hakkında, ziyarete gelenlere de fikir verir.
Şehrin silueti bir şiir gibi yansır tabloya. Güneş batımları ve gün ağarmaları ona farklı bir şekil vermektedir. Zamanın tüm dilimlerini, farklı mekânlarında başka bir şekilde görülür ve yaşanır. Beraberliğin nasıl bir yaşama dönüştürülmesi gerektiği pratiğe geçilerek gösterilir. Bir şehrin silueti sadece yapılardan oluşmaz. Bu yapıların arasında bırakılan yeşil alanlar, bu alanlarda top koşturan çocuklar, camilerin minaresinde yükselen ezanlar, camilere giden insanlar, pazarlar vb tüm bunlar ancak bir araya geldiğinde şehrin kendisini ele vermektedir. Onun için bir şehri bütün olarak görmek zorundasınız. Bir şehirden bahsedecekseniz tümünü görmeniz gerekir. Eğer bir şehrin bir parçasından bahsedecekseniz, bütünden parçaya doğru bir yolculuğa çıkmanız gerekecektir ki, şehir anlaşılabilsin. Parça bütünden bakıldığında anlam kazanır. Parçanın dili bütünün dilinden yoksun bırakıldığında kelimeler anlaşılmaz. Şiir’in melodisi eksik kalır ve melodisi olmayan bir şehrin silueti gri olur. Çerçeveden düşmüş ve tüm camları kırılmış demektir. Toplayıcısı yoktur. Basılır ve gidilir. Bir şehir terk edilmeye başlanmışsa, kayıp bir şehirle yüz yüzeyiz demektir.
İstanbul üzerinden yürütülen şehrin silueti tartışması, siluet ve ruhu yok edilen şehirlerin mukimlerinin geleceklerinin nasıl yok edildiğini bize göstermektedir. Modern zamanların yeni ibadetgahları olan gökdelenlerin şehirlere ait olan mahrem siluetlerini ve ruhlarına nasıl mütecaviz davrandığına şahit olmaktayız.
Bir şehir çoğul deneyimi ile bütünün algı boyutunun parçalanması, bireyin zihinsel duruşunda bir duraklama meydana getirmektedir. Bu durum beraberinde perspektif düzeninin parçalanmasını ve dönüşmesini getirecektir. Böylece şehir, farklı noktalardan bakışın üst üste çakışmasıyla, çok katmanlı bir ‘anlatı’ ortaya çıkarmıştır. Bu yeni anlatı biçimi modern zamanların ruhsuz ve problemli yapı teknikleri içinde insani olanın yok oluşunu getirmektedir. Mekanik bir dil, tüm alanı kaplamış durumdadır. Sanki mekaniklik bir zorunluluk olarak ön plana çıkarılmaktadır. Dilin ruhsuzlaştırılması ve imgenin fulü ve arka plansız düşlenmesiyle, insan önce geleceğini ipotek altına almış demektir. Şehrin anlamsal değerlerin ilmek ilmek işlenerek yok edilişine şahit olmaktayız. Bu algının, kültürün, toplumun, tarihin ve dinin ilişkiler bağlamında yeniden değerlendirmeye tabi tutulması demektir.
Haz ve hız çağında imgenin gücünün yok oluşuna şahit olmaktayız. Hareketler stereotip olarak insanın iradesinin dışında yoluna devam etmektedir. Böylece ne mimariye ne de insana bir davranış kazandırılamamaktadır. Yapay bir imgenin pazarlamasında satılacak olan şehrin siluetinden başka bir şey olmayacaktır.
[1] Deniz İncedayı, “Tasarım Felsefesinde Farklıyı Algılama Biçimi Üzerine”, Mimar.ist, sayı. 16, yaz 2005
[2] Deniz İncedayı, “Tasarım Felsefesinde Farklıyı Algılama Biçimi Üzerine”, Mimar.ist, sayı. 16, yaz 2005