Dolar

35,1981

Euro

36,7471

Altın

2.968,65

Bist

9.724,50

Mekândan insana

16 Yıl Önce Güncellendi

2009-10-26 09:35:00

Mekândan insana

“Düşüncenin hedeflenmesi, hissin hayvanileşmesi, hayalin sınırsızlaşması ve bedenin azgınlaşması… postmodern dediğimiz bu son safhamızdayken kim tünelin karanlığa saplanan noktasında parıldayan bir ışıktan söz edebilir!”[1] 

 

Ve biz böyle bir yerden geriye doğru okumalar yapmaya çalışacağız. Zihinlerin bu kadar altüst edildiği ve kirletildiği bir yerden tanımlama yapmak zordur. Ama tanımlama yapılmadığından da nereden konuştuğumuz belli olmaz. Onun için konum belirlemek gerekmektedir. İnsanoğlunun gelmiş olduğu evrelerin nereden nereye doğru kaydığı ortaya çıkmış olsun. Düşünsel panorama bize net bir zaman vermeyebilir. Onun için düşünce tarihçileri paradoksa düşmekten korktuklarından dolayı aynı minval üzerinde kalem oynatıp durmaktadırlar. Fakat bizim yapmaya çalışacağımız şey; şehrin bizden ne kadar şey aşıp götürdüğü ya da biz şehirlerden neler söküp aldığımız olacaktır. Ruhu satılığa çıkarılan şehir/insan bu yazının ana malzemesi olma durumundadır.

 

Söze başlayınca nereden başlandığı önemsenir. Mekân bir varolma durumunu ortaya koyar ki, ona göre tavır belirlenir. Çünkü muhatap karşısındakinin sözleri kadar, bulunduğu mekânı da merak eder. Ona göre sözü zihin süzgecinden geçirir ve algı dünyasında bir yere yerleştirmeye çalışır. Çünkü kendisine anlatılan hikâyenin resimleri kafasında dağınık durmaktadır. Karşıdan yalın bir şekilde çıkan kavram ve kelimelerin karşılığındaki resmi bulmaya çalışır. Bulması yetmez ona göre sıralaması gerekmektedir. Salt resimde yetmez karşısındakini anlamaya, resmin arka fonunu oluşturan şey/mekânda ön plana çıkması gerekmektedir. Çünkü param parça edilmiş bir yaşamı neyin üzerine kurgulanacağı şüphesi ortalığı kavurup durmaktadır. Bu şüphe kavram ve resim eşleşmesi kadar, resimdeki arka fonu da gerekli kılmaktadır.

 

Ve zaman insanın ruhunu esir aldı. Sıradanlık insanın vazgeçilmez kölelik bağı gibi boynuna dolandırıldı. Yönünü kendisinin dışında belirlendi. Hangi tuğlayı nasıl konması gerektiği kendisine salık verildiği gibi davrandı. Böylece “zamanımızın insanlarını öncekilerden ayıran niteliklerden biride, hangi dünya görüşüne mensup olurlarsa olsunlar, neye inanırlarsa inansınlar, birincil sorumluluklarının doğum ile ölüm arasındaki bu dünya hayatının niteliğini, öbür kabullerini zorlayacak kadar önemsediklerinin ayırtına varmalarının engellenecek mekanizmalarla kuşatıldıkları. İster Budist olsun. İster Brahman, ister panteist olsun, ister ateist, zamanımızın insanı, dünyada olup bitenleri öncesi ve sonrasıyla, eskiden olduğu denli değil. Varsa yoksa ‘an’.”[2]

 

Bugün “an” dediğimiz şeyde “haz”lar üzerine inşa edilmiştir. Mekân ikincil plana itilmiştir. Hız ve “haz” eşdeğer bir sürgit manevrası içinde debelenip durmaktadır. Haz alınan şeydeki son nokta ortaya konduktan sonra iletişim kurulan nesne yok olma durumuna düşmüştür. Bu medeniyet gerektirmeyen bir durumdur. Siyak ve sibak gerektirmeyen davranışlarda bir anlam bulmak olanaksız görünmektedir. Onun için inşa edilecek bir durumda ortada yoktur. Çünkü vitrine konulacak herhangi bir nesne taşımıyoruz zihnimizde. Hayatı anlamlı kılacak modellerini öldüren ve yok eden bir anlayış tüm geleceğimizi ipotek altına almış durumdadır. 

 

Oysa “medeniyetler, ürettikleri maddi ve manevi değerleri ‘şehir’ vitrininde sergilerler; bir şehri tasavvur etmek, kurmak, idame ettirmek, orada düzen, iaşe ve inzibatı sağlamak, insan ilişkilerini tesis ve tanzim etmek, siyasi yapıları kurup işletmek ve bu süreçler boyunca insani değerleri hep yukarıda tutmak bir medeniyetin başardığı veya altında ezildiği kaçınılmaz vazifedir.”[3] Bu bilgi ve duruş gerektirmektedir. Bunun için sizin hayata katacağınız bir değerler manzumesine sahip olduğunuz anlamı çıkar. Önce insanın kendisini inşa etmeniz gerekmektedir. Sonra insan durup şehrini inşa eder. Böylece insan yaşamış olduğu yerle anılır. “Aslan yattığı yerden belli olur” sözü böyle bir anlayışın ürünüdür. Kalmış olduğunuz yer sizin varlık sebebinizi oluşturmaktadır. Sizin hangi anlayışta olduğunuzu ortaya çıkaracaktır.

 

Model diye sunulan şey, bizim yapıp ettiklerimizdir. Tasavvurlarımızdır. Hayatı nasıl algıladığımızdır. Zihnimizde hangi resimlerin hangi arka fonlarla yer aldığıdır. Jacques Berque “Bir model bulup çıkarabilmek, zaman içinde ne kadar geriye dönmeyi gerektirir? Görüşümüzü belirtelim. Model hiçbir yerde bulunmaz. Model, olayların araştırılmasına, tarihi, mimari ve aynı zamanda edebi, psikolojik incelemelere dayanılarak ve çoğunlukla tabuları yıkan bir analiz sonucunda yeniden tasarlanmış bir soyutlamadır.”[4] der. Bu soyutlamayı hayata bakış açısı ve inancı belirler. Merkeze neyin oturtulması gerektiği düşüncesi biçimlendirir şehir olgusunu. Her şeyin hızla tüketildiği bir zaman diliminde şehir üzerinde durulmasını gerektiren şey, oryantalistlerin araştırmasını buraya kaydırmasından kaynaklanmaktadır.

 

“Sömürgeleşmiş Arap ülkelerinde daha 19. yüzyılda başlayan, ama son otuz yılda zaman zaman hastalıklı bir görüntü alacak kadar hızlanan ‘kent patlaması’ dikkatleri kaçınılmaz olarak Arap ülkelerindeki kent olgusunun iki değişik ve birbirini tamamlayan yönü üzerine çekti.”[5]  İnsanın hayata katması gereken bir mimari özelliğin çarpıtılarak şehirlere yansıtılması, değerlerin çarpıtılarak okunmasına neden olmaktadır. Zamanla geldiğiniz yeri beğenmez ve yeni bir süreci başlatırsınız.

 

İşte “cumhuriyet dönemi, bilerek veya bilmeyerek Osmanlı Türkleri’nin kurduğu şehir ahengini değiştirdi ve ‘hürriyet, eşitlik, anayasa’ gibi kelimelerden beklenilen sihirli tesirin bir benzerini ‘imar’ kavramından umdu. ‘İmar’ kavramından umulan tılsım, bize şuan içinde yaşadığımız şehir anlayışını kazandırdı.

 

Cumhuriyet’in şehir planındaki en iddialı projesi Ankara’ydı. Ankara, hulul etmeye çalıştığımız yeni ve muasır medeniyet projesinin ete-kemiğe büründüğü tatbikat alanı olarak son derece ciddiye alındı. Ecnebi mütehassıslara projeler çizdirildi, şehir planları yaptırıldı, özellikle kamu binaları için büyük meblağlar harcandı. Cumhuriyet yönetiminin Ankara’nın imar ve inşasına nasıl gönül koyduğunu anlamak için Falik Rıfkı Atay’ın Çankaya’sını okumak gerekir. ( Ankara merkeze alınarak bir şehir algısı oluşturulmaya çalışılmıştır). Bugün içinde yaşadığımız şehirler işte o kanunun eseridir. Cumhuriyet’in medeniyet telakkisi, bugünkü şehirlerimizin görüntüsünü biçimlendirmiştir. Şimdi temel mesele şu; bu şehirlerde yaşamaktan mutlu muyuz?”[6]

 

Soğuk ve insandan uzak bir kent olgusuyla karşı karşıyayız. Bu nedenle insanlar arası ilişkilerde de soğukluk vardır. Bahçe içinde ev modelinde insanın tabiatla olan sıcaklığı komşuluk ilişkilerine de sirayet ederdi. Bugün bunların yerine diktiğimiz ve üzerimiz üzerimize gelen binaların altında yıkılıp kalmış durumdayız. Kapısı kapımıza bakan komşumuzu dahi tanımıyoruz. Bireysellik hastalığı yüreğimizi kavurup durmaktadır. Fakat zihin kirliliği, bina kirliliğine, oradan da iletişim kirliliğiyle iç içe geçmiş durumdayız. 

 




[1] Alberto Somitera’dan nakleden; Hasanali Yıldırım, “Modernizm: Hayalin Perde tanımazlığı”, Hece Dergisi Özel Sayı:16,  Ankara 2008


[2] ; Hasanali Yıldırım, “Modernizm: Hayalin Perdetanımazlığı”, Hece Dergisi Özel Sayı:16,  Ankara 2008


[3] Ahmet Turan Alkan, “Yeni, Doğru Ve Güzel Şehirler Kurmak İçin Şimdi Tam Zamanı”, İsfalt Yol Kültürü, Sayı; 6/7, İstanbul 2000


[4] Aktaran André Raymond, Osmanlı Döneminde Arap Kentleri, Çev. Ali Berktay,Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1995


[5] André Raymond, Osmanlı Döneminde Arap Kentleri, Çev. Ali Berktay,Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1995, 


[6] Ahmet Turan Alkan, a.g.e

 

Haber Ara