Bir zamanlar bilginin, edere dönüşmediği ve yüreğin uçuşan yıldızları gibi etrafta uçuşurken isteklilerin kapıldığı bir yürek devleti vardı. Umulmazların derinliklerinde aşk yordamının kelebekleşen duyarlılığı, kuşanmışlığın cazibesinde kayboluyordu. Etraf bir pervaneye dönüşürken, yazın serinlik, kışın sıcaklık saçıyordu. Bilgi sonsuz uzaya dönüşürken, bilge bir güneşti artık. Her bir yıldız bu güneşin etrafından biraz ışık almanın ve aydınlanmanın uğraşısını veriyordu. Bir nebze alınan ışık, bir ufuk açıyordu gidilen yola. Yol yordam bilinirdi böylece. Yol yordam bilinince de, ona göre yürünecekti ve yürütülecekti herkes. Aşkla başlanmıştı inşa edilen duvar. Her bir tuğla aşkın sebatıyla koyuluyordu bu yola. Bu yol oku ile başlamıştı. Okuma yolu uzun ve dikenliydi. Bu yol meşakkat doluydu. Fakat öncüler bir kere yola koyulmuşlardı. İz bırakarak.
Ganj nehri kıyında bekleyen Budha öğrencilerine içtenliğin güzelliğini anlatmanın heyecanını duyuruyordu, heyecandan titreyen dudaklarıyla. Suyla değil öğretileriyle kutsuyordu etrafını. Bir kutsalı paylaşmanın kutsanan yürekleri yüreğine taşıyarak. Aşkın, bilginin paylaşımında olduğunu durağan sesiyle anlatıyordu ve anlaşılıyordu her şey yürekten bir şey katılmışsa eğer…
Bilgi sunulurken bir olmanın gizemini İbni Arabi’nin Fususul Hikem’inin sayfalarında dökülüyor etrafa. Bilge, bilgi ve öğrenci üçlemesi incilin sayfalarından kopup gelirken. Bir başka açılıyor gökyüzü. Gökkuşağı yeni renkler edinerek kuşatıyor evreni. İçtenliğin sözlere dökülemeyen serenatları hüzün ve umudun bekleyişini harmanlayarak döküyor etrafa gülleri. Harf bahçesinde yüreği tek atan iki kişi. Her seferinde iki kişi hep bir yürek. Sınıf doluyken de aynı. Öğretmen ve tek öğrenciyken de.
Bazen acılar çekiliyor, empati kurulamadığı zamanlar. Tufanlar kopuyor yürekten yüreğe. Bunu aşmanın zorluğundan kaynaklanan dışa vurumlar oluyor. Dağdaki her bir bitkiye, taşa, suya bir enstrüman adı veriliyor böyle zamanlarda. Saatlerce vivaldi, kitaro, hacı arif çalıyor. Güzel seslerin yanında güzel kokuların aldığı bir bahçe oluşturuluyor. Eli ele vermek için. Şimal yıldızında gözleri okumak adına.
Bazen yüzün aksiliğini alıp gidilir diyarlardan. Sarı, siyah saçlara, ela, yeşil gözlere aldırış etmeksizin. Çocuk masumluğuna uyanılır. Dağlardan dağarcığa doldurulan bütün içtenlikler döke döke. Avuçlara toplanmalı düşürülen içtenlikler. Arkaya bakmadan, dargınlıkları çocukların saçlarına dağıtarak, ayrılık türkülerini en fazla Süryanice dinleyerek, dostlukları sözcük olmaktan çıkararak. Yürünmeli bazen yollar.
Bilgi sorumluluk taşıyor yüreklere. Rüyalar hülyalara dönüşüyor. Uyanılıyor. İbrahim yok. Karabasan yok. Öğretin avucunda ve avucun yok. Yürek cız ediyor. Büyük bir elem duyuluyor. Yakup’un Yusuf’u kaybettiği zaman duyduğu elemi. Çöllere düşülüyor. Bazen Kazankankis’in “Günaha Son Çağrı” romanındaki keçiye dönüştürülüyor bilge. Çöllerde arınmayı diliyor. Çünkü, o arınınca, sen arınacak olacaksın. Arınmak çöllerde vahalar oluşturuyor su arayanlar için. Çığlık çığlığa “su, su” diye bilgiye koşuyorlar. Mecnun “Leyla, Leyla” diye çöle koşuyor.
Beraber olmanın gizemi, durgun suya vuran ışığın raksını taşıyor yüreklere. Paylaşmak, üretmek, sevmek ve sevgi özeli olan özelinde özelindeki çocuklara bir sevgi okumasıyla ulaşanlara ne mutlu. İşte budur bilge kral olmak. işte budur özveri ve sevgiyi kuşanmak…