Julien Benda, Aydınların İhaneti adlı kitabın önsözünde;
“Tolstoy, orduya katıldığında subaylardan birinin, yürüyüşte sırayı bozduğu gerekçesiyle bir askeri dövdüğüne tanık oluşunu anlatır. Tolstoy subaya şöyle der:
“Kendin gibi bir insana bu şekilde davranmaktan utanmıyor musun? Hiç mi İncil okumadın?” Subay şöyle karşılık verir:
“Peki, sen, hiç mi ordu tüzüğü okumadın.”
Artık okumalar değişmiştir. İlahi olanla dünyevi olan yer değiştirmiştir. Çünkü Nietzsche, “Tanrı öldü” dediğinde, insanın onunla olan ilişkisini sorgulamıştır. Ve insanın hayatının hiçbir yerinde olmayan Tanrı ne kadar vardır ki?
Bu insan ihtirasının tanrılaşması demektir. Rahmet okunmaz bu davranışlarda, sözler sert, davranışlar sert ve şiddet içermektedir.
Filistin’e bakın; bir halk ki, gettolara (Yahudiler) mahkum edilsin, soykırıma uğrasın ve sonra kendisi bütün bunları unutup, bir başka halka aynı şeyi yapsın.
İlahi olanın gündelik ihtirasların kurbanı kılınmasıdır.
Tevrat’ın Siyonizm’e kurban edilmesidir bu.
Ve Benda devam eder:
“Bu sert yanıt, maddi olanın yönetimini ele geçirmeye çalışan tinsel insanın yüzüne bir şamar gibi inecektir daima. Bana ise, çok akıllıca bir yanıt olarak geliyor. İnsanlar maddi şeyleri elde etmeye yöneltenlerin adalet ve insafa ihtiyacı yoktur.”
Herkesin hakkına riayet etmek. Hakkı olanın hakkını kesintisiz olarak iade etmek.
Zulümden ve eziyetten beri kılarak kendini, dosdoğru kararlar almak ve vermek. Vahiyden uzak olanlar ordu tüzüğünü okuyarak hareket edenler ne kadar adil olabilirler.
Adaleti dağıtma görevini, silahla sağlayarak gerçekleştirdiğini söyleyenlerin sözü ne kadar doğrudur.
Onun için zulmün olduğu yerde adalet barınmaz. İnsaf bu kişilerin mahallesine uğramaz. Ancak, hakkı teslim esasına dayanan ılımlı davranış ve vicdana uygun hareket edenler insafı elden bırakmayanlardır.
Onun için Benda’nın söylediği dikkate değerdir. Hayatı ne üzerine inşa ettiğin önemli, çünkü oradan durarak hayatı anlamlandırmaya çalışırsın. Okumaların ona göre olacak. Coşkular ve heyecanların ona göre olacak sonra dönüp baktığında yüreğini sarmadığını göreceksin.
Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor adlı kitabında belirttiği gibi;
“Modern olmak, bize serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modern ortamlar ve deneyler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir. Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler.”
Oysa insanlar ne kadar modern olduklarıyla övünüp durmaktadırlar. Önlerine bir kapının açıldığına ve diğer tüm olumsuzlukların kapısının kapandığına inanmaktadırlar.
Ahlak göz ardı edilmiş ve merkeze güç oturtulmuştur. Her şeye sahipken, hiçbir şeye sahip değildir aslında. Yok ederken, geleceğini yok ettiğinin farkında değildir.
Merkeze aldığı şeyin kölesidir. Özgürlüğü köleliğin kendisi olmuştur.
Birleştirici olduğunu haykırırken, sesinin ulaştığı her yere parçalanmışlığı taşımaktadır. Özgürlüğü götürdüğü yere kölelik hâkim olurken. Onur bir zillet olarak insanların boynuna geçmektedir.
Mutluluk acı olarak döner modern insanın hayatına. Doğaya sıktığı her kurşun onu vurmaktadır.
Koşturmak zorundadır. Sürekli yetişmesi gereken işler vardır. Hiçbir zaman işler zamanında yapılmadığından gerçek, yalana dönmektedir.
Doğrular sürekli yanlışlara ayarlanmıştır. İnsanoğlu kendi kuyusunu kazdığının farkında değildir. Koşturması bunları görmesini engellemektedir. Yaşam paradoks bir şekilde kendi ekseni etrafında dönüp durmaktadır.