Nakış işler gibi işlerdi babalar toprağı. Her sabah yüzlerini alarak ayrılırlardı evden. Her akşam bir yürek taşırdılar çocuklarına. Toprak yüreğin başka bir adıdır. Tüm günlüklerini ondan alır ona işlerler. Günü okur gibi, toprağı okurlar. İlk aşklarını toprakla hemhal olurken buldukları gibi, ilk aşklarını yine toprağa verirler. Onun için babaların bakışındaki haşin duruş, toprağın rahmetinde açıkça görürsün. Değil mi ki ondan geldik, varacağımız yer yine orası olacaktır. Toprağı konuşur, toprağın bereketini düşlerler ve her gece başlarını yastıklara koyduklarında yarınlarını yine o belirler. Toprağı avuçlar, en güzel kokuyu onda bulurlar. Hele birde yağmuru görürse toprak değmesin keyiflerine gitsin. Eşlerine toprağa döner gibi dönerler, toprağı sevdikleri gibi severler eşlerini. Toprak babadan kalma bir miras değil mi? Onun için babalarına duydukları özlemi toprakla giderirler. Toprak hep toprak olduğu gibi baba hep babadır yaş kaç olursa olsun.
Sonra toprağın merhametini kendinde toplayan anne çıkagelir. Toprak gibi mümbittir yürekleri. Erdem Beyazıt’ın ifadesiyle: “Kadınlar bilirim ülkeme ait/Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak/Göğüsleri Çukurova gibi mümbit/Dağ gibi otururlar evlerinde /Limanlar gemileri nasıl beklerse /Öyle beklerler erkeklerini/Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.” Beklerler, her beklenenin gelenin olduğu gibi. Kimi zaman yetişmezde erkeklerinin toprağa sevgisi, yüreklerini taşıyarak tarlaya koşarlar. Ve “Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında” onların dünyayı düze çıkaran tarafını görürsün. Engin deniz misali gözlerinde kıvılcımları. Deniz nasıl kabarırsa, öyle kabarır yürekleri. Erkeklerinin her zor anında hemen yanı başında biterler. Kadın anaç ve açar kucağını tüm çocuklara, bulur buluşturur besler yavrularını. Toprak anaç, oda öyle yavruların tüm hırçınlığına ve kabalığına rağmen besler.
Sonra çocuklar büyür toprakta yüzlerine bakarak anne ve babaların. Yeşerir her nebatın yaptığı gibi, boy verir. Kimi zaman nazlanır toprak, rahmet bekler yağmurdan. Çocuklar anneden. Bir güz gelmesin ve dökülmesin yapraklar. Yeşerirse umutlar, gelecek bekler çocuk yüzlerini. Kirlenmiş bir dünyanın umutları kırılmasın diye, işlenmekte toprak. Yalın ayak bir çocuğun toprağa basması bir rahmet okşayışı gibi karşılanır. Nirengi noktasını kaybetmiş bu dünyanın toprak sevgisi yok olmuşsa, nasıl açıklanacak yarına ait düşler. Çocuklar yarını görmek isterler toprakta ve onun için topraktan başlayarak okurlar tüm yürekleri. Büyüdüklerinde sevdalarını bir yüreklerine birde toprağa gömerler. Masumluğunu topraktan alarak bunu her gün beslerken düşleriyle, sevda türkülerini de en çok ona söylerler. Her kes kendine ait bir toprak parçasında bir cennet inşa eder ve orayı hayatı boyunca öyle görür.
Yerlerden başlanır yüzlerin okunması ve eller bir neslin sonuna açılır yüreklerde. Umulmaz şeylerde ararız ezcümleyi bir tutam sonsuzluk bulur kendini akışkan bir nehrin yatağında. Oradan öylece öykünerek ne varsa görünenden bir şey alınmaz nefesin acınası tarafından. Beklenmiş bir gün çıkagelirde hal hatır sorması gerekenler ortalıkta görülmez. Kaçkındır kaçınması gerekenler. Toprak dediğin bir durak değimli sevgilinin hüznünden geriye kalmış. Nesnenin kendisidir boğucu havayı teneffüsten kaçınan. Ve çocuklar hep bir ağızdan bağırır ve açılır her ders arasında pencereler ve oradan uçuşur çocukların özlemleri dünya üzerine. Yağması gerekenler yükseklik korkusuna tutulurken düşmemesi gerekenler toprağa ram olur
Hayatı yüzeysel tarafından alarak anlamlandırmanın çaresizliği boğarken düşleri. Anlamın sırlarında kaybolmuş hayaller gezer toprakta. Anaç bir güzelleme takarak dudak kenarına toprak gülümser tüm çocuklarına. Değil mi ki, dört temel unsurdan birini teşkil eder. Değil mi ki, doğurganlığın ifadesinde bulur ve merkeze oturtur kendini. Hava ve ateş erkeksi özellikleriyle kükrerken doğaya, su ve toprak bir anne merhametini kuşatırlar. Onun için bu dört unsur sürekli birbirine muhtaç biri diğerinden alamaz ellerini. Birinin varlığının devamı diğerinin var olması sağlıyor. Ateş, havasız yanmıyor. Toprak susuz kalınca yüreğinden yaralanıyor, kavruluyor ve imdat çığlıkları tüm tarafı kuşanıyor. İnsan toprağı hep yer kabuğunun yüz kısmı diye görüyor. İçinde olana yabancı ve yüreğinin derinliklerindeki sızıdan habersiz üzerinde tepişiyor.
Toprak ana olma hesabıyla hep doğurgandır. Ne ekersen üzerine hep onu biçersin. Toprağa yaklaşımın biçtiğin şeyin doygunluğunu verir. Onun içindir toprak sahibi olmak bir ayrıcalık olarak görülmüştür. Eğer toprak sahibiysen doyuracak insanlar var demektir. Bazen topraktan dolayı bir merhamet sahibi kesilirsin dünyaya, bazende topraktan dolayı zulmünle ün salarsın etrafa. Ortaçağ Avrupa’sı bu minval üzere bir tarih yazıyor. Topraksızlarla topraklıların tarihi ve topraksızlara yapılan zulmün tarihi. Toprak bir tarafta çocuklarını beslerken, diğer taraftan çocukların kanlarıyla suluyor yüreğini. Bunu görmemek için neleri vermezdi ki toprak. Ama insanoğlu Kabil’le başladı kardeşini yemeye ve öğütmeye kendini. Toprak ilk Habil’in kanıyla sulandığında neye uğradığını şaşırdı ve yüreğini söküp atmak istedi. Toprağın çocukları nankör ve zalim değiller miydi?