Seksenli yıllardı. Mevsimlerdense kış. Kömür bulutlarının bir istila gibi kentlerin maviliğini teslim aldığı kapkara yıllar. Ülkenin üzerine kabus gibi çökmüş sağ-sol merkezli kardeş kavgalarının ana yüreklerine apansız, bir ateş gibi düştüğü günler. Memleketin sokak ve caddelerinde kurşun kokusunun hüküm sürdüğü, acı haberleri gazeteci çocukların canhıraş çığlıklarından aldığımız anarşi mevsimi…
Küçüktüm o zamanlar. Anadolu’nun ücra ve şirin ilçelerinden Nizip’te yaşıyorduk. Memleketimin makus talihi renginde siyah önlük, beyaz yakayla Taşbaş Dağı manzaralı İslim Sayın İlkokulu’na kulplu çantamı sürüye sürüye götürürdüm adeta. Derviş adında çok iyi anlaştığım ve sevdiğim Kürt bir sınıf arkadaşım vardı. “Ali” dedi bir gün Derviş; “Hadi kan kardeş olalım seninle”. Nasıl olacak bu diye sordum. “Parmaklarımızı iğneyle kanatıp birbirine bastıracağız” dedi. O gün Dervişle kan kardeş olduk. İlkokul yıllarımız sona erdikten sonra Derviş’i bir daha hiç göremedim.
Yüzyıllardır bir arada bu coğrafyanın daha çok acıya çalan kaderini paylaşmış Kürt ve Türklerin kardeşliği benim ve Derviş’in kan kardeşliği ile sınırlı kalmadı. Evliliklerle akrabalıklara ve akrabalıklarla ortak gen ve DNA’lara dönüştü. Et ve tırnaktan daha köklü bağlar oluştu. Ancak ne var ki, DNA’larımızı ve genlerimizi Türk’e Kürt’e ayrıştırmaya çalışıyor kimileri. Bugün havada soluduğum puslu Kürt-Türk kasaveti, nedense zihnimi alıp çocukluk yıllarımdaki Sağ-Sol çılgınlığına götürüyor.
Aydın sapmasından havsalam ne zaman dumura uğrasa, kendimi hemen sütliman bir rıhtıma atarım… Bu sağduyu rıhtımı halkımızın, sade ve sıradan vatandaşlarımızın tertemiz ve lekesiz vicdanlarıdır. TV kanallarında, yaradılış felsefemizden oldukça uzak, irrasyonel ve gayri vicdani bir şekilde didiklenerek çözümsüzlüğü daha da derinleştirilen Kürt meselesinde de bu böyle oldu. Saatler süren açık oturumlarla nerdeyse işlemez hale gelen zihnimi resetlemek ve sükun bulup Kürt meselesi için doğru bir perspektif yakalamak isterken kendimi Siirtli Kürt bir taksici ile seyir halinde buldum. Kısa bir güven sohbetinin ardından Taksici Kürt kardeşime; “Farzetki Türkiye’den Güneydoğu, Irak, Suriye ve İran’dan Kürt bölgeler koparılarak bu dört ülke arasında denizlere kapalı bir Kürdistan kuruldu. Ve bu Kürdistan’ın başına da Apo Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Öyle bir Kürdistan’da yaşamak ister misin?” şeklinde bir soru yönelttim. “Ne öyle bir Kürdistan, ne de böyle bir Türkiye’de yaşamak isterim.” cevabı Kürt sorununun en saf ve en gerçekçi tanımıydı.
Zaman, Yöntem ve Aktörler
Öncelikle hakkı teslim etmek gerekiyor: Mevcut iktidar Kürt meselesini çözmek adına samimi. Ancak iktidarı bu yönde zorlayan önemli bazı sorunlar var. Bunlar; Kürt meselesinin ele alınış biçimi, zamanı ve aktörler sorunu.
Kürt meselesinin zamansal olarak çözümü bir süreç meselesidir ve bir sürece bağlı çözülmelidir. Meselenin bir bütün halinde hükümetin kucağına bırakılması, gerek hükümet kanadında gerekse Türk kamuoyu nezdinde haklı olarak bir dayatma şeklinde algılanmaktadır ki, bu da Kürt sorununun çıkmaz sokağa sürüklenmesi anlamına geliyor.
Diğer bir sorun ise meselenin ele alınış biçimi. Kürt aydın ve siyasetçiler taleplerini sadece siyasi arenayı hedef alarak dile getiriyorlar. Oysa söz konusu olan haklı bir dava ise Türk kamuoyunu da yanlarına almak için çaba göstermeliler. Bugüne kadar siyasi arena dışında meseleyi kamuoyu ve toplumla da paylaşarak ilerlemeye yönelik hiçbir çaba içerisine girmediler. Böyle olunca Kürt meselesi, kamuoyu nezdinde Türkiye’den toprak koparmak, bölünme şeklinde bir algı yaratıyor ve terörle özdeşleştiriliyor. Toplumda oluşan bu negatif algı, Kürt sorununun çözümünde iyi niyetli ve samimi olan hükümetin işlerini oldukça zorlaştırıyor.
Ak Parti açısından bakıldığında Kürt meselesinin çözümüne ilişkin belki de en önemli sıkıntı, aktörler, yani muhatap meselesi. Öcalan tarafından cezaevinden yönetilen BDP’nin kendini Kürt meselesinin tek aktörü ve muhatabı gibi lanse etmesi meseleyi hem Ak Parti, hem de kamuoyu nezdinde son derece sevimsiz ve itici bir hale getiriyor. Oysa ne BDP, ne de PKK Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt halkının tek başlarına temsilcileri olamaz. BDP’nin içinde beslediği Kürt projeksiyonuna Kürt halkının en fazla % 10’u sahiptir ya da pirim verir. Bu durumda Kürt meselesinin sağlıklı bir şekilde ele alınabilmesi ve en gerçekçi projeksiyonun, çözümün ortaya çıkabilmesi için kamuoyunu ve siyasi çevreleri rahatlatacak yeni aktörlerin ortaya çıkması gerekmektedir. Bu meselenin sağlıklı bir şekilde ele alınabilmesi için sağduyulu Kürt kanaat önderlerinin, Kürt STK, cemaat ve hatta tarikatların da öne çıkması ve bu yüke omuz vermesi gerekiyor.
Kürt Devleti Fiilen Mümkün Değil
Dil özgürlüğünün ardından ayrı bir devlet talebi geleceği yönünde kaygılar var. Bu kaygıların gerçeğe dönüşeceğini bilsek dahi Kürt vatandaşlarımızın temel hak ve özgürlüklerini garanti altına alma konusunda asla geri adım atmamalıyız. Avrupa’nın birçok ülkesinde dil serbestisi var. Hadi orası Batı ve gelişmiş demokrasiler. Pakistan’da bile Sindi isterse Sindi, Pencabi isterse Pencabi dilinde eğitim görebiliyor. Sosyoekonomik şartlar bugün için Türkiye’ye Kürtçe eğitim verecek okullar açma şansı tanımıyor olabilir. Ancak Kürt vatandaşlarımızın kendi dillerinde eğitim verecek vakıf okulları açmasından daha doğal ne olabilir?
Bir Kürt kentinin girişindeki tabelada, restoranındaki menüde Kürtçe ifadeler bulunması son derece doğal. İsrail’in neresine giderseniz gidin her kentin girişinde, şehir içindeki yön tabelalarında, yollarda İbranice ifadelerin yanında Arapça ifadeler de bulunursunuz. 2008 yılındaki İsrail ziyaretim sırasında bu manzarayı gördüğümde şaşırdığımı söylemeliyim.
Türkiye tam bir çelişkiler ülkesi: MHP İstanbul Milletvekili Sayın Ertuğrul Kumcuoğlu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Kültür Komitesinde “Yok Olmaya Yüz Tutmuş Dilleri Yeniden Canlandırmak ve Korumaya Yönelik Önlemleri Güçlendirmek” konulu hazırlık aşamasında olan bir raporun raportörü. Bir yanda Avrupa’nın yok olmaya yüz tutan dillerini kurtarmaya çalışırken, diğer yanda kendi ülkemizde güç bela yaşayan bir dilin ümüğünü sıkıyoruz.
Bağımsız bir Kürt devleti fikrine gelince. Öncelikle eskiden beri izlenen yanlış Kürt politikalarının kahramanlaştırdığı ve muhtemel bir Kürdistan’da güç ve iktidar sahibi olma hayali kuran küçük bir menfaat çevresi dışında, ülkemizde yaşayan Kürt nüfusunun zihninde sınırları olan bir Kürdistan düşüncesi olduğu kanaatinde değilim.
Böyle bir devletin bu coğrafyada fiilen yaşama şansı yok. Toprak kopardığı düşman 4 ülke arasında denizlere kapalı bir Kürdistan, başta Kürt toplumu içinde olmak üzere bölgede huzursuzluk yaratır. Kürt meselesinin çözümü yeni sınırlar oluşturmakta değil mevcut sınırları kaldırmaktadır.
Özgürlük alanları genişlemelidir
Kürt meselesini ele alırken farazileri ve korkuları bir kenara bırakıp hak ve hukuk ölçüsüyle hareket etmek gerekiyor. Öncelikle şunu kabul etmek lazım; etnik kimlik, dil ve kültür Allah tarafından yaratılmıştır. Yaratıcısı Allah olan bir dili ya da kültürü yasaklamak, sınır getirmek insanoğlunun haddine değildir ve bu Allah katında ancak zulüm ve haddi aşmak anlamına gelir. Dil meselesinden başlayarak adım adım özgürlük alanlarının genişletmesi gerekiyor. Bu özgürlüğün sınırları, bölünme ve yeni sınırlar yaratma dışında talep edilenlerin çok ötesinde olmalıdır. Sınırlarımız içinde yaşayan halklarımızın hak ve özgürlüklerini garanti altına almadan bölgemize ve uzaklara yönelik stratejilerimiz hayal olmaktan öteye gidemeyecektir.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu Kürt meselesi çok önceleri ele alınarak çözüme kavuşturulamadığı için farklı boyutlar kazanmıştır. Yıllarca uygulanan yanlış politikalarla Türkiye mozaiğini oluşturan kültür ve inançlara potansiyel tehdit yaklaşımı sergilenmiş ve devlet-vatandaş ilişkisi provokasyona açık hale gelmiştir. Kırılgan ve çok kimlikli bir toplumsal yapınız varsa Subversion’a yani kırılgan dokularınıza yönelik dış kaynaklı provokasyonlara açıksınız demektir. Bu nedenledir ki Kürt meselesi doğal bir hak mücadelesinin yanı sıra bir subversion olayına da dönüşmüştür. Kürt meselesinin bu nitelikten kurtarılması ve zorla alınan değil hakların devlet tarafından teslimi şeklinde çözüme kavuşturulması hem devleti, hem hükümeti hem de kamuoyunu rahatlatacak bir çözümdür. Kürt meselesinin çözümü noktasında kırmızı çizgi, sınırları tek tek kaldırılan bu coğrafyada yeni bir sınır yaratmama şartı olmalıdır.
Meselenin çözümü özgürlükleri kısmakta değil, tam tersi özgürlük alanlarını alabildiğine genişletmektedir. Mesele, bu toprakları her dil, her ırk, her din, her kültür için yaşanabilir bir cazibe coğrafyası haline getirmektir. Bırakalım Kürt Kürtlüğüne, Arap Araplığına, Türk Türklüğü’ne her kimlik kendi kimliğine doyabildiğince doysun. İnsanlar er ya da geç etnik kimliklerinin hayal ettikleri huzur ve refahı getirmediğini anlayacaklar. Toplumları huzurlu ve müreffeh kılacak tek yaşam alanı, etnik kimliklerine göre değil özgürlükler ve değerler üzerine oluşturulmuş yaşam coğrafyalarıdır.