İslâmcılık ve Bediüzzaman
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-09-17 10:41:38
Entelektüellerin özellikle Türkiye'de "en küçük" bir tarikatın şeyhi kadar olsun kalıcı tesiri yoktur. Bediüzzaman'ın enfes tesbitiyle, insan vicdanı dört rükünden oluşur ve bu rükünler, ruhun da duyularıdır: Zihin, kalb, irade ve his. Zihnin vazifesi, ma'rifetullahtır; kalbin vazifesi, Allah'ı müşahede; iradenin vazifesi, Allah'a ibadet; hissin vazifesi, Allah'ı sevmektir. Din, vicdanın bu dört rüknüne hitap ve onları tatmin eder. İnsanı, bilhassa Müslüman'ı hareket geçiren, öncelikle kalb ve histir. Batı'da "aydınlanma" denilen ve aklın Din'den kopmasına dayanan akımın ürettiği entelektüelin Müslüman'ı da, bu dört rükünden sadece zihnin bir fakültesi olan teorik akla hitap eder ve genellikle ma'rifetullahtan da yoksundur.
Dolayısıyla, entelektüelin bilhassa kitleler üzerinde etkisi yoktur. Oysa İslâmî hareket, kitleler, halk üzerinde yükselir ve peygamberlere ilk inanan, nebevî İslâmî hareketlere ilk destek verenler, halk tabanında yer alan ve dönemlerinin entelektüelleri tarafından "ayak takımı" ve "çöl kafalılar" olarak görülen insanlar olmuştur. Bu gerçeklere rağmen, fikirlerine meftun olan entelektüel, kendisini çok önemser. İslâmcı bir entelektüel, 1980'lerde çıkardığı ve 5000 satan aylık bir dergi ile Türkiye'de bir "İslâm devrimi" yapabileceği ümidindeydi. Bugün, Cumhuriyet Türkiye'sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter.
Ali Bulaç, "Arap baharı"nın tesiriyle İslâmcılığın ve İslâmcıların etkisini o kadar abarttı ki, konuyu yeni çalışmaya başlayan bir talebenin bile yapamayacağı hataları yapıyor. Meselâ, içinden şiddeti benimseyebilen gruplar da çıkaran İhvan-ı Müslimîn'in temelde şiddeti benimsememesinin Türkiye'de Risale-i Nur hareketi üzerinde bile etkisini olduğunu iddia ediyor.
Oysa İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde en küçük bir etkisi olmamıştır. 1907'den itibaren her yerde olan Bediüzzaman, ta baştan ve daima "İslâm, dâhilde menfiye alet edilmez." diyerek, şiddeti kesinlikle reddedip, "müsbet hareket"i esas almıştır. Ayrıca, Risale-i Nur hareketi, 1925'te başlamıştır. İhvan-ı Müslimîn ise, en önemli risalelerin artık yazılmış bulunduğu 1928'de kurulmuştur. Bediüzzaman'ın herhangi bir İhvan mensubunun eserlerini okumuş olması da mümkün değildir. O bakımdan, İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde tesiri olduğunu iddia etmek, ancak iki hareketi de tarihi ve temel duruşlarıyla bilmemek demektir.
Ali Bulaç, kusura bakmasın, fakat Bediüzzaman'ı tanımadığını ne yazık ki başka yazılarında da ortaya koyuyor. Meselâ, şöyle yazıyor: "... Geri kalışımızın sebebi dinimiz değil, onu tarihte yanlış anlamamızdır. Bunda gelenek, örf ve âdetler; özellikle tasavvuf, bid'at ve hurafeler; donmuş fıkıh, içtihat kapısının kapanması; Meşşaîlik yerine Eş'arîliğin revaç bulması, Mutezile'nin mahkûm edilmesi, Gazali'nin filozoflara indirdiği ağır darbe; saltanat rejimleri vs. rol oynamıştır. Efgani'den Abduh'a, Akif'ten İkbal'e, S. Ahmet Han'dan Said Nursi'ye kadar neredeyse herkes böyle düşünür."
Bu genelleme, özellikle kendisinde Ali Bulaç'ın iddiasının tam tersini müşahede ettiğimiz Bediüzzaman konusunda o kadar büyük bir hata ki, sadece Risale-i Nurların hiç okunmadığını gösteriyor. Sözü edilen konularla alâkalı 27. Söz, 30. Söz, 29. Mektup gibi Risalelerin hiç okunmamış olması bir yana, Bediüzaman "Eski Said" dediği dönemde dahi Ali Bulaç'ın iddiasını haklı çıkaracak ne bir şey söylemiş, ne de yazmıştır.
Bu kadar büyük maddî hatalar üzerinde yürüyen bir tartışma, bilhassa İslâmcılık adına ne değer ifade eder bilemiyorum.
SON VİDEO HABER
Haber Ara