Yahya Kemal, 'Saatler ve Manzaralar' başlıklı yazısında, 1922 Ramazanının birinci günü, ikindiden sonra içinden gelen bir istekle Ayasofya Camii'ne giderek dinlediği, biri minberde, diğerleri sütun diplerinde vaaz eden dört vaizin kendisini derin hayal kırıklığına uğrattığını anlatır.
Fakat o gün mihrabın sağ tarafında, kuytu bir köşede diz çökmüş oturan bir neferin dua edişi dikkatini çekmiştir; ellerini kavuşturup gözlerini kapamış, vecd içinde Allah'a yakaran nefer uzunca bir istiğraktan sonra gözyaşlarını göstermemek için elleriyle yüzünü kapar, dizlerinin üstüne düşüp bir süre öylece kalır. Neferin bu halinde, vaizlerin kuru sözleriyle mukayese edilemeyecek derecede üstün bir belâgat gören Yahya Kemal, cümle kapısına doğru ilerlerken, bir sütunun karanlığında vecdle dua eden başka bir nefer görmüş ve Ayasofya'yı zihninden bir daha silinmeyecek 'camideki nefer' imajıyla birlikte terk etmiştir.
Kapıları Türklere Malazgirt zaferiyle açılan Anadolu'da ve Rumeli coğrafyasında Asya Türklüğünden çok farklı bir Türklüğün 'tekevvün' ettiğini, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, burada da kanların ve kültürlerin birbirine karıştığını ve yepyeni bir 'millî terkib'in, yepyeni bir milliyetin doğduğunu düşünen Yahya Kemal, bu bin yıllık 'tekevvün'ü, yazmaya başladığı fakat nedense bitiremediği Malazgird şiirinde, Türk milletini temsil eden bu neferin macerası olarak anlatmak istiyordu. 'Ta Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu' mısraı, muhtemelen nâtamam Malazgird şiirinden Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiirine intikal etmişti.
Yahya Kemal, 1940'larda yazmaya başladığı, ilk defa 1957 yılında Hürriyet gazetesinde dört bölüm halinde yayımlanan Süleymaniye'de Bayram Sabahı'nda din, vatan, milliyet ve 'imtidad' kavramıyla ifade ettiği kültürel devamlılık konularındaki fikirlerini şiir diliyle anlatır. Dinî değil, millî bir manzume olarak okunmasını istediği bu büyük şiir, onun en iddialı olduğu ve üzerinde en çok çalıştığı şiiridir. Kendi Gök Kubbemiz adlı şiir kitabının adı da, bu şiirin 'Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati' mısraından alınmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman'ın İstanbul'da yaptırdığı, Mimar Sinan'ın ustalık eseri sayılan Süleymaniye, Yahya Kemal'in nazarında ruh ve yaşama iklimimizi yetkin bir biçimde temsil etmektedir. Anadolu ve Rumeli'de bin yılda tekevvün eden Türklüğün ruhu ve estetiği bu yapıda özetlenmiş, mimarideki Türk üslûbu bu yapıda şahlanışa geçmiştir. Atalarımızın hayal ettiği mimarinin 'öz şekli' budur ve bu mabetle gökyüzüne uhrevî bir kapı açılmıştır; atalarımızın ruhları yılda iki defa bu kapıdan geçerek bu kubbenin altında yaşayanlarla buluşur, kaynaşıp tek vücut olurlar: Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;/Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,/Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim/Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Şiir, bir bayram sabahında, Süleymaniye'nin ufkunda bütün manzaranın İstanbul mavisine boyanmasıyla başlar. İhtişamlı bir sabah İstanbul'u aydınlatırken şairin iç aydınlığı da gitgide artmaktadır. Aradaki zaman perdesi âdeta kalkmış, şair, kendisini, 'gök kubbemiz' altında, bayramın bu ilk sabahını vatanın dokuz asırlık halkıyla birlikte yaşamaya başlamıştır. Gökte kanat, yerde ayak sesleri işitilmekte ve 'ulu mabet' yaşayanlarla ve atalarımızın ruhlarıyla dolmaktadır. Buhurizade Itrî'nin 'saltanatlı Tekbir'i hep ağızdan okunurken yükselen velvele, şairin zihninde 'nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi' hayaline dönüşür: Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses; /Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, /Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Birden ön safta oturmuş, tekrar tekrar alınan Tekbir'i vecdle dinleyen 'nefer esvaplı biri'ni fark eden şair, onun yorgun yüzünde çok büyük bir işi başarmış olmanın verdiği huzuru görür ve bütün bir tarihi o mümin neferin yüzünde okur; bu saf ve anlamlı yüz 'dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli'dir. Yoksa tâ Malazgirt ovasından Viyana kapılarına kadar yürüyen Türk oğlu bu nefer midir? Belki de bu yüce yapının kurucusu yahut mimarı odur. Yurdu hem kuran, hem koruyan kudretimizin cisimleştiği bu nefer, 'vatanın hem yaşayan vârisi, hem sahibi'dir ve hâlâ halk tarafından hem üzerinde yaşadığımız, hem de kaybettiğimiz topraklarda bir teselli gibi görünmektedir.
Süleymaniye'de Bayram Sabahı, karşı dağlarda gül bahçeleri tutuşmuş gibi, gökle yerin koyu bir kırmızılıkla ayrılmaya başladığı sırada gürleyen top seslerinin tasviriyle devam eder. Bunlar bayram toplarıdır, ama Yahya Kemal'e bütün bir tarihin sesleri gibi gelir. Kim bilir, belki de Barbaros'un kumandasındaki Donanma-yı Hümayun seferden dönmektedir! Derinden derine ses veren topları dinlerken zaferlerle dolu bir tarihin ihtişamlı sahnelerini hayalinde yeniden yaşayan şair, ulu mabette vatanın birliğine karışarak atalarımızın ruhlarını yaşayanlarla beraber gördüğünü söyledikten sonra, destan-şiirini, 'Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı' mısraıyla bitirir.
Bir milletin, tarihi, coğrafyası, askeri, sivili, ölüsü, dirisi, dini, imanıyla birliği ve bölünmez bütünlüğü daha güzel nasıl anlatılabilir?
SÜLEYMANİYE'DE BAYRAM SABAHI
Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye'de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garib âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, îlâhi yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allâh'ına bir böyle yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayâl ettiği mimârinin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gaazîleri, serdâriyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimârıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Tâ ki geçsin ezeli rahmete rûh orduları..
Bir neferdir bu zafer mâbedinin mimârı.
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allâh'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrâr alınan Tekbîr'i;
Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü'min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan vârisi hem sâhibi o,
Görünür halka bu günlerde tesellî gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, Çok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, Tâ Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birdir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar ruzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosova'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezâyir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Tanrıya, Gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla berâber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Yahya Kemal Beyatlı
ZAMAN YORUM