1987 yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Mısır'ın başkenti Kahire'de düzenlenen VIII. Milletlerarası Türk Sanatı Kongresi'ni Tercüman gazetesi adına takip etmem için davet edildiğimde çok sevinmiştim. Havaalanında dört buçuk saatlik sıkıntılı bekleyiş bile bu sevinci gölgeleyememişti; çünkü yurt dışına ilk defa çıkıyordum. Kahire, İskenderiye ve er-Reşid şehirlerini görme imkânı bulduğum bu seyahat, aynı zamanda Tercüman'da benim imzamla yayımlanan ilk yazı dizisine konu olmuştu.
Kahire, bana sorarsanız, Ortadoğu'nun en güzel, en etkileyici şehirlerinden biridir. Doğu'yla Batı'nın garip bir şekilde birbirine karıştığı, büyük, karmaşık; uzaktan bakıldığında gökdelenleri, antik Mısır'ı görmeye gelen Avrupalı turistleri rahat ettirmek için yapılmış lüks otelleri, göz kamaştırıcı ışıklarıyla modern bir şehir; içine girip de detaylar gözlerinizde şekillenmeye başladığında bütün bir "şark"... Görünen tarafıyla Batılı, iç hayatıyla Müslüman ve Doğulu...
Benim de yer aldığım grup, ismini bugünlerde bütün dünyanın öğrendiği Meydan Tahrir'deki bir otele düşmüştü. "Kurtuluş" anlamına gelen "Tahrir", bizim "hürriyet"le aynı köktendir. Vakit epeyce geç olduğu halde, bu meydandaki hummalı faaliyet hemen dikkatimizi çekmişti; yüzlerce işçi harıl harıl çalışıyor, dozerler, kamyonlar gidip geliyordu. Meğerse Fransızlar tarafından yapılan metro iki gün sonra, o tarihte Fransa Başbakanı olan Jacques Chirac tarafından törenle açılacakmış. Meydan Tahrir, kısa sürede saksılarla ve oradan buradan devşirilmiş köksüz ağaçlarla suni olarak yeşillendirilmiş, metro açıldıktan sonra da o hummalı faaliyet birden bıçakla kesilircesine durmuştu.
Kahire'de kaldığımız otelin adı Cleopatra, oteldeki barın adı Nefertiti idi. Şehrin en tanınmış meydanlarından biri de II. Ramses'in adını taşıyor, koca bir Ramses heykelinin süslediği bu meydana Ramses Caddesi'nden gidiliyordu. Dönüşte bindiğimiz -sonraki yıllarda yaptığı uçuşlardan birinde düşen- külüstür uçağın adı da Tutankhamun... Meydan Tahrir'deki ünlü Mısır Müzesi, antik Mısır buluntularıyla tıka basa doluydu. Orada burada yolumuzu çeviren satıcılar, üzerlerine firavunların hayatlarıyla ilgili resimler çizilmiş papirüsler, Nefertiti kabartmalı kolyeler, Tutankhamun ve Nefertiti heykelciklerini satmak için dil döküyorlardı. Bunların gerçek Mısır'la, yaşayan Mısır'la hiçbir ilgisi yoktu.
Gerçek Mısırlı, oryantalizmin kendisi için icat ettiği kimliği hiçbir zaman benimsemedi. Halkın asıl kimliği İslâm; Giza'ya, ünlü piramitleri ve sfenksi görmeye giderken bindiğimiz takside dinlediğimiz Kur'an bize bu derin tezadı açık bir şekilde göstermişti.
Avrupalılar, Napolyon ve ordusunun Giza piramitlerini gördüğü 21 Haziran 1798 tarihinden beri tuhaf bir Mısır rüyasında yaşıyorlar. O yılın ilkbaharında, Institut de Franc'ın büyük toplantı salonunda Arabistan Seyahati adlı iki ciltlik kitabın deri cildine sert bir şekilde vurarak ilmin Mısır'daki görevini açıklayan Napolyon, sefere çıkarken yanına bir düzine oryantalist almıştı. Kalbinde İskender ve Sezar gibi cihangirlerin ihtirası, Mısır'ı Avrupa'nın, daha doğrusu Fransa'nın tabii bir uzantısı haline getirmeyi hayal ediyordu.
Bonapart'ın emriyle başlanan ve 1803-1828 tarihleri arasında 33 cilt olarak yayımlanan Description de I'Egypte (Mısır'ın Tasviri) adlı dev eserde Mısır, asıl gerçekleri ve değerleriyle değil, Avrupa'yla uzak geçmişindeki ilişkileri açısından ele alınmış, dünya tarihi içinde, Avrupa'nın menfaatlerine ve fantezilerine uygun bir yere oturtulmuştur.
Uzak geçmişinde bilgi ve medeniyet kaynağı olan Mısır, oryantalistlerin gözünde, yaşayan haliyle incelenmeye bile değmezdi; "barbarlığa gömülmüş yaşıyordu." Gerçek Mısır'ın hayal kırıklığına uğrattığı Gerard de Nerval, 1843 yılında Theophile Gauthier'ye yazdığı bir mektupta, "Keşke o ülkeyi hayallerimden çıkarıp atarak hâtıralarımın arasına gömmeseydim." diyordu.
Hiyerogliflerin esrarı, bilindiği gibi, Champollion tarafından, meşhur üç dilli Rosette taşı sayesinde çözülünce, o güne kadar aslında kapalı bir kutu olan antik Mısır'ın kapıları ardına kadar açıldı. Bu, aynı zamanda oryantalizmin yeni kollarından birinin, Ejiptoloji'nin doğuşu anlamına geliyordu. Mısır, artık Batılı arkeologları ve arkeolog kılıklı soyguncuları mıknatıs gibi kendine çeken bir ülkeydi. Kazmasını kapan Mısır'a koşuyordu. Muhteşem firavun mezarlarında hayal edilmesi bile güç hazinelerin yattığını çok iyi biliyorlardı.
Modern Mısır, resmî tarihini -Tek Parti devrinde bizim kendimize Hititlerde vb. menşe aramamız gibi- İslamî dönemi yok sayarak Firavunların Mısır'ı üzerine inşa etti. Nâsır'dan itibaren liderleri de Firavunlara benziyordu zaten. Meydan Tahrir'de kükreyen kalabalıklar, sadece adaletsizliğe, yoksulluğa, zulme değil, aynı zamanda icad edilmiş Mısırlı kimliğine ve bu kimliğin muhafızlarına isyan etti.