| |||
1930'larda bir ara "sanat" kelimesi yerine Avrupa dillerindeki "art"a özenilerek "ar" kelimesi yaygınlaştırılmak istenmişti. Muhtemelen Güneş-Dil Teorisi'nden hareketle bu kelimenin zaten Türkçe olduğu vehmediliyordu. İzzettin Şadan tarafından 1937 yılı Ocak ayından itibaren Ar adında aylık bir güzel sanatlar dergisi de çıkarılmıştı. Bu derginin ilk işlerinden biri büyük bir sanat anketi düzenlemek olmuştur. | |||
Ar'ın anketinde, devrin aydınlarına yöneltilen sorularından biri, sanatın devletleştirilmesine taraftar olup olmadıklarına dairdir. Çünkü o günlerde, basında, Resim Bölümü'nü ıslah etmesi için Güzel Sanatlar Akademisi'ne davet edilen Fransız ressam Leopold Levi'nin devlet tarafından sanatçılara maaş bağlanması yolundaki teklifi tartışılmaktadır. Ankete katılan bütün sanatçılar, yarım ağızla birkaç itiraz ileri sürdükten sonra devlet himayesine taraftar olduklarını açıklarlar. Verilen cevaplar, Reşat Nuri Darago'nun şu cümlesinde özetlenmiştir: "Devletçe verilecek direktifler, hakiki bir sanatkârın ne bedii temayüllerine, ne de erkinlik ihtiyacına aykırı olmadıktan başka, bilakis onları tatmin etmek istidadını taşır." Batılı anlamda bir resim kültürünün ve sanat piyasasının oluşmadığı bir dönemde sanatın ve sanatçının himaye edilmesi elbette gerekirdi. Ancak sanatkârın devletçe verilecek direktifler istikametinde eser vermesinin istenmesi can sıkıcıydı; esasen o yıllarda devlet demek CHP demekti. Nitekim bir yazar, sanatkârların devlet direktifiyle sanat yapmayı ve bunun karşılığında maaş almayı kendilerine hakaret sayacaklarını ve bu paraya tenezzül etmeyeceklerini yazar. Bunun üzerine devrin azçok tanınmış ressamlarından biri olan Salih Urallı, Ar'da yayımlanan "Ressamlar ve Aylık Meselesi" başlıklı yazısında, söz konusu yazarı haksızlık etmekle ve dar düşüncelilikle suçlamıştır. Urallı'nın yazısından, Kültür Bakanlığı tarafından seçilen yirmi beş-otuz ressama üç yıl süreyle üç ayda bir 180 lira mesai ücreti verilmekte olduğunu, ancak o günlerde bundan vazgeçilip yeni bir himaye sisteminin uygulanacağı yolunda rivayetlerin dolaştığını öğreniyoruz: Bütün ressamlar meslekleri dışında hiçbir işle uğraşmadan üç ay çalıştıktan sonra eserlerini jüriye arz edecekler; jürinin eserlerini başarılı bulduğu ressam, üç aylık emeğinin karşılığı olarak 180 lira alacak. Diğerleri ise yine hiçbir işle meşgul olmadan üç ay sonunda kazanmak ümidiyle çalışacaklar. Teklifte, üç aylar boyunca başka işte çalışmadan resim yapan ve jüri tarafından eserleri hiç beğenilmeyen ressamların karınlarını nasıl doyuracakları konusuna açıklık getirilmemiş. Doğrusu, kimin aklına gelmişse, bütün ressamları açlıktan öldürerek resim meselesine kökten çözüm getirecek dâhice bir fikir... Salih Urallı, bunun asılsız bir rivayet olduğunu söylüyor. Ama devletin himaye meselesini ciddi ciddi düşündüğü ve çeşitli projeler geliştirdiği belli. Her yıl açılan Devlet Resim ve Heykel Sergilerinde sinek avlayan ressamların eserlerini sergi sonunda satın almaları için devlet kurumlarının teşvik edildiği biliniyor. Ar dergisi, ressam ve heykeltıraşların geçim meselesini kendisine dert edinmiş bir dergiydi; Ekim 1937 tarihli 10. sayısında da Mazhar Nâzım Resmor'un "Milyoner Artistler ve Açlıktan Ölen Dâhiler" adlı yazısını yayımlamıştı. Avrupa sanat piyasasının nasıl çalıştığı, hangi sanatçılarının hangi eserlerinin kaç bin franga satıldığı vb. hakkında dikkate değer bilgiler veren Resmor'a göre, yüksek fiyatlar eserin değerini göstermiyordu. Mesela Millet'nin 750.000 franga satılan "Angelus"u, Corot'nun 1000 franga satılan filanca tablosundan daha değerli değildi. "Bir tablonun fiyatı, taşıdığı sanat kıymetine değil, modaya, etrafında koparılan gürültüye ve sonradan görme birçok zenginlerin eşi dostu hayran kılmak, bir sürü koleksiyon göstererek ağızlarını bir karış açtırmak hususundaki arzularına bağlıdır." Resmor'un görüşü büsbütün yanlış değil. Sanat eserinin piyasa değerini belirleyen, hiç şüphesiz, sadece onun sanat değeri değildir. Sanatçının kimliği, sanat tarihçilerinin ve eleştirmenlerin görüşleri, daha önce o esere kimlerin sahip olduğu gibi kriterler, eserin piyasa değerini belirlemektedir. Hayatı boyunca yoksulluk çeken Van Gogh, müzayedeye konulacak sıradan bir eskizine ödenecek paraya hayattayken sahip olsaydı âbâd olurdu. "Ayçiçekleri" adlı tablosu 1986 yılı başlarında Londra'da yapılan bir müzayedede dudakları uçuklatacak yükseklikte bir fiyata satılınca bütün dünyada hayret çığlıkları yükselmişti. O tarihten bu yana sanat piyasasında astronomik rakamlar telaffuz ediliyor. Lâf aramızda; sanata yatırım aynı zamanda emniyetli bir kara para aklama yoludur. Japon mafyası sanatı niçin çok seviyor dersiniz? Ressam Burhan Doğançay'ın "Mavi Senfoni" ve Erol Akyavaş'ın "Kuşatma" adlı tablolarının Türkiye ölçeğinde astronomik fiyatlarla alıcı bulması, hiç şüphesiz, ülkemizde de canlı bir sanat piyasasının oluştuğunu, ciddi koleksiyoncuların arttığını ve sanat kültürünün hatırı sayılır bir gelişme kaydettiğini göstermesi bakımından sevindiricidir. Unutmamak gerekir ki, 1930'larda devletin kendilerine maaş bağlamasını isteyen ressamların eserleri de bugün müzayedelerde inanılmaz yükseklikte fiyatlara alıcı buluyor. |
Zaman