Hafta başında, Sütlüce Kültür ve Kongre Merkezi'nde gerçekleştirilen 5. Dünya Su Forumu'nda suyun bir insan hakkı olduğunu ve satılamayacağını, yani bir ticarî meta hâline getirilemeyeceğini savunan çevreci gruplar, polis tarafından tazyikli su sıkılarak dağıtıldı.
Bu, hayatın tuhaf bir ironisiydi. Demek ki su, silah olarak da kullanılabiliyormuş. Günün birinde su zengini ülkelerin suyu silah olarak kullanmalarından ve büyük su savaşlarının yaşanmasından korkuyorum.
Osmanlı çeşmelerinin kitabelerinde sıklıkla karşılaşılan bir âyet vardır: 'Ve ce'alnâ mine'l-mâi küllü şey'in hayy' (Enbiya, 30). Protestocuların attıkları 'Water is life' (Su hayattır) sloganı, hayatın kaynağının su olduğunu bildiren bu âyetin tercümesi gibidir. Evet, su hayatın kaynağı, hatta kendisidir. Yeryüzünde bütün sular kuruyunca hayat da sona erecek. Medeniyetlerin yükseldiği şehirler nehir ve deniz kıyılarında kuruldu. İnsanlar hayatta kalabilmek için hep suya koştular, gerektiğinde bir yudum su için savaştılar da.
Aslında insanlık tarihi bir 'suyu arayış tarihi'dir. Bu sebeple hemen her kültürde kutsallık izafe edilen su, tarihin hiçbir döneminde sadece H2O olmadı, her zaman zengin kültürleri taşıyarak aktı.
Kadim zamanlarda, Sir-derya ve Amu-derya civarında yaşayan Türkler suda ölmeyi şeref sayar, suya gömüldükleri takdirde günahlardan arınacaklarına inanırlarmış. Dede Korkud'un, elinde kopuzla, Sir-derya üzerine serdiği bir seccadede ölümü beklediğine dair bir efsane bile vardır. Abdülkadir İnan'ın anlattığına göre, 'arı ve kutlu bir ruh veya ruhun makamı sayılan su' belirli kaidelere bağlı olarak törenle kullanılırdı.
İbn Fadlan gibi Arap gezginlerinin anlattıkları doğruysa, bazı Türk boyları suya tapınır, sırf suyu kirletmiş olmamak için yıkanmazlardı. Bu inancın Müslümanlığı kabul ettikten sonra uzun süre yaşamasına elbette imkân yoktu. Atalarımız şehirlileştikçe suyu İslâm'ın emrettiği tarzda temizlik için kullanmaya başladılar. Bununla beraber suya izafe edilen kutsallık İslâmî bir kılığa bürünerek devam etmiştir. Dede Korkud Kitabı'ndaki 'Çağnam çağnam tayalardan çıkan su' diye başlayan manzume, iki farklı anlayışın birbirinin içine nasıl girdiğini gösterir. Bu manzumenin 'Ayşe ile Fatma'nun nikâhu su' şeklinde bir mısraında, Orhan Şaik Gökyay'a göre, Hz. Peygamber'in dua okuduğu bir tas suyu, amcasının oğlu Ali'yle evlendirdiği kızı Fatıma'nın üzerine gerdekten önce serpmesine telmih vardır. İranlılar bunun için suyun ve tuzun Ali ile Fatıma'nın nikâhı olduğuna, suyu asla kirletmemek ve onu isteyen hiç kimseden esirgememek gerektiğine inanırlarmış.
Hz. Hüseyin'in ve beraberindekilerin Kerbelâ'da susuz can vermeleri, peygamberin sünnetinde de çok önemli bir yeri bulunan su konusunda, sadece Şiilerde değil, Sünnilerde de derin bir hassasiyetin doğmasına yol açmış ve su ihtiyacını gidermek için kuyu açmak, çeşme, sebil, selsebil vb. yaptırmak büyük sevaplardan sayılmıştır.
İslâmî anlayışa göre, Allah tarafından gökten indirilen ve ölü toprağa can veren su 'aziz'dir. Su verene 'Su gibi aziz ol!' denir. Çeşmeler, göller ve ırmaklar cennette de özel bir yere sahiptir; müminlere altından ırmaklar akan cennetler vaad edilir. Hz. Peygamber, mülkiyeti bir Yahudi'ye ait olan ve Müslümanların yararlanmaması için ağzına zaman zaman kilit vurulan Rume kuyusunu satın alıp vakfedene cennetin vaad edildiğini bildirmiş, başka bir gün de hangi sadakanın daha çok hoşuna gideceği yolundaki bir soruya 'su' cevabını vermiştir.
Rume kuyusunu satın alarak vakfeden Hazreti Osman, İslâm tarihinde kuyu açtıran, çeşme ve sebil yaptırıp vakfeden hayırsever Müslümanların öncüsüdür. Kuyu açmak, çeşme ve sebil yaptırıp 'dehri suvarmak' bir çeşit ibadet olarak görülmüş ve bazı hayırseverlerde çeşme yaptırmak zapt edilemez bir tutku haline gelmiştir.
Suyu aziz kılan sebeplerden biri de, şüphe yok ki, İslâm'ın doğduğu coğrafyada son derece kıt olmasıydı. Bu bakımdan, mevcut suyun dikkatli bir biçimde kullanılması, bir damlasının bile ziyan edilmemesi gerekiyordu. Bu zorunluluk, Müslümanları su ve sulama meselesi üzerinde önemle durmaya, hem mirasçısı oldukları medeniyetlerin tecrübelerini en verimli şekilde kullanmaya, hem de yeni teknolojiler geliştirmeye yöneltmiştir. Su bilgisi, Ortaçağ İslâm dünyasında son derece parlak gelişmeler kaydeden ilim dallarından biriydi.
Osmanlı dünyasında, çeşme ve sebil yaptırmak zamanla sevap kazanma amacını da aşarak bir zevk ve başlı başına bir estetik haline gelmişti. Malik Aksel'in ifadesiyle, İstanbul'da Bizans'ın bin yıldır sarnıç ve mahzenlerde hapsettiği sular, fetihten sonra sebiller, selsebiller, şadırvanlar, çeşmeler, fıskiyeli havuzlar, serdablar ve bentlerle hürriyetine kavuştu. Suyu musluklardan akıtmakla yetinmeyen hayırseverler, yaptırdıkları çeşme ve sebillerin güzel olmasını da istediler bunun için birbirleriyle yarıştılar.
Kısacası, su, bizim kültürümüzde hayat, dayanışma, paylaşma ve güzellik demekti; asla israf edilmez, fakat esirgenmezdi de. Suyun konuşulduğu her yerde bu gerçeğin hatırlanmasını diliyorum.
Zaman