İstanbul'da kültürel mirasın korunup gelecek nesillere aktarılması için birçok restorasyon projesine destek veren Ajans'ın, Sur-ı Sultani içindeki mekânların nasıl kullanılacağını belirlemek amacıyla yaptığı stratejik vizyon çalışması tamamlanmış. Genel Sekreter Yılmaz Kurt ve Kentsel Projeler Direktörü Sevinç Özek Terzi, büyük vizyonun Sur-i Sultanî içinde dünyanın en güzel Müzeler Parkı'nı yaratmak olduğunu, bunun için yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, eğitim kurumları ve bağımsız sanat kuruluşlarıyla işbirliğine giderek sürdürülebilir ilişkiler kurduklarını söylediler.
Bu çerçevede yapılan restorasyon çalışmalarından biri, Topkapı Sarayı mutfaklarında devam ediyor. Sarayın önemli bölümlerinden biri olan, bir zamanlar yüzlerce kişinin çalışıp binlerce kişiye yemek pişirdiği mutfaklar, muhtemel depremlere karşı güçlendirilip restore edildikten sonra Çin ve Japon porselenlerinin modern tekniklerle sergilendiği bir mekân haline getirilecek. Yeri gelmişken, Topkapı Sarayı Müzesi'nde dünyanın en zengin Çin ve Japon porselenleri koleksiyonunun bulunduğunu hatırlatmak isterim. Restorasyon tamamlandıktan sonra, bu nadide koleksiyon karton kutular içinde korunmaktan (!) kurtulmuş olacak.
Bağdat Köşkü, İncirlik Bahçesi, Revan Köşkü, Sofa Köşkü, Sofa Camii ve Lala Bahçesi'nde de onarım çalışmaları var. Basit bakım ve onarımlar -yani erken teşhis ve tedavi- bu yapıların ömrünü, zamanla ortaya çıkabilecek büyük problemleri önleyerek uzatmış olacak.
Sarayın en önemli ve orijinal yapılarından olan Kule Kapısı, Harem Hastanesi, Hünkâr ve Valide Hamamı, Arslanhane, Hasekiler Dairesi, Adalet Kulesi ve Meşkhane bölümleri için 2010 Ajansı tarafından hazırlatılan restitüsyon ve restorasyon projeleri, bu yapıların orijinal hallerini ve zaman içinde geçirdikleri değişimleri de gözler önüne seriyor. Restorasyon bu yapılarda da önümüzdeki aylarda başlanacak.
Ayasofya, Süleymaniye Darüşşifası, Haseki Külliyesi ve Galata Mevlevihanesi'nde de önemli restorasyon çalışmaları yürüten 2010 Ajansı, doğru yolda. İstanbul'un Avrupa kültür başkentliği sürecinde yapılacak gösteri türünde faaliyetlerin uçup gideceğini, geriye yayın ve restorasyon gibi çalışmaların kalacağını unutmamak gerekir. İstanbul için büyük bir fırsat yakalanmıştır ve bu fırsat heba edilmemelidir. b.ayvazoglu@zaman.com .tr
Piyanistin zarif(!) Türkçesi
Birkaç yıl önce yazdığım bir yazıda, Türkiye'de sosyolojik anlamda çoksesliliğe şiddetle muhalif olanların başında çoksesli Batı müziği mensuplarının geldiğini belirttikten sonra, halkın yüzde yetmişi kendisinden farklı düşündüğü için Türkiye'nin "ortaçağ karanlığı"na sürüklendiğini, bu yüzden ülkesini terk etmek istediğini söyleyen piyanistin zihniyet dünyasına dikkatinizi çekmiş, bu zihniyetin arkasında yüzde yetmişi gözden çıkarabilecek bir totaliterliğin yattığını ifade etmiştim.
Adı lâzım olmayan piyanist henüz ülkeyi terk etmemiş -yanlış anlaşılmasın, asla "Ya sev ya terk et!" diyenlerden değilim- fakat fikrinde ısrarlı görünüyor. Çünkü 'facebook'taki sayfasına "Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum!" diye yazmış. Türkçesi, bazı ses kayıtları internet sitelerine düşen cuntacı generallerin zarif (!) Türkçesine ne kadar benziyor! Herhangi bir müzik türünü sevmemeyi anlarım; bazı müzik türlerini ben de sevmem ve dinlemem; ama bu tercihim bana bu müzikleri sevenlere hakaret etme hakkı verir mi? Adama "Sana ne kardeşim, keyfimin kâhyası mısın? İstediğim müziği dinler, istediğim gibi giyinir, istediğim gibi düşünürüm!" demezler mi? Çoksesli müzik dinlemek ciddi bir eğitim gerektirir. Bu müziğin vatanında da büyük kitleler klasik müzik değil, popüler müzik dinliyor. Bernard Shaw, yıllar önce İngiltere'de, klasik müziği çok sevdikleri için değil, sevmeleri ve dinlemeleri gerektiğine inandıkları için konser salonlarını dolduran yorgun argın insanlarla tatlı tatlı alay etmişti. Unuttunuz mu, meşhur İngiliz komedyen, çocuklara klasik müziği sevdirmek için yapmadık maskaralık bırakmazdı.
Bir dostumu kaybettim
Ahmet Beyazıt, geçen pazartesi günü evinde kalp krizi geçirmiş; hastaneye yetiştirmişler, fakat maalesef bütün müdahalelere rağmen hayatını kaybetmiş. 1970'lerden beri tanıdığım Ahmet Beyazıt, TRT'nin en başarılı prodüktörlerinden biriydi. 'Çok Sesli Bir Ölüm'den 'IV. Murat'a, 'Denizin Kanı'ndan 'Dönemeç'e kadar çok sayıda televizyon dizisi onun gayretleriyle çekilmiştir. 1980'lerde birkaç arkadaşıyla birlikte TRT'den ayrılarak Ajans 1400'ü kurmuş ve önemli belgesellere imza atmıştı. Zeki, mütevazı, sevgi dolu, kafasında sürekli yeni projeler gezdiren bir dostumuzdu. Dün Eyüp Sultan'da ağabeyi şair Erdem Beyazıt'ın yanında toprağa verildi. Kendisine Allah'tan rahmet, yakınlarına ve dostlarına başsağlığı diliyorum.