Zekeriya Sertel'in Nâzım Hikmet'in Son Yılları (1978) adıyla kitap olarak yayımlanan notları, Milliyet gazetesinde tefrika edildiği zaman solda nasıl bir kıyametin koparıldığını hatırlıyor musunuz?
Çünkü Sertel 'efsane Nâzım'ı değil, zaafları, meziyetleri, hataları, sevaplarıyla insan Nâzım'ı anlatıyor, Sovyetler Birliği'nde olup bitenlerden habersiz, rahat yaşatılmakla beraber aldığı nefes bile kontrol edilen, kolu kanadı kırık bir şair portresi çiziyordu.
O gün kıyamet koparanlar, bugün Nâzım'a Türkiye vatandaşlığının iade edilmesinden rahatsız olanlardı. İstiyorlardı ki öteden beri tepe tepe kullandıkları efsane devam etsin! Hiç beklemedikleri bir zamanda Nâzım'a Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlık hakkının iade edilmiş olması bu yüzden derin bir şaşkınlık yarattı. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin tuhaf açıklaması dikkatle okunursa ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
Tek Parti'nin yıllarca hapislerde çürüttüğü şair, çiçeği burnunda 'karşı devrimci' Demokrat Parti iktidarının çıkardığı genel af sayesinde hapishaneden kurtulmuş, ancak iktidar değişse de, asıl iktidar hâlâ Tek Parti bürokrasisinde olduğu için -ki bu bürokrasi ona hayatı zindan etmeye kararlıydı- kaçarak nefes alışının bile kontrol edildiği bir ülkede ömrünün sonuna kadar yaşamak zorunda kalmıştı. Zavallı şair nasıl bir cehenneme düştüğünün farkında değildi. Rusya'ya ayak basar basmaz peşine takılan eski bir parti arkadaşının -diğerleri ya öldürülmüş yahut Sibirya'ya sürülmüşlerdi- kendisini takip etmekle görevli olduğunu neden sonra öğrenen Nâzım, herkesin birbirini denetlediği, hatta çocukların babalarını, babaların çocuklarını ihbar ettikleri devâsâ bir mahpese düşmüştü. Sertel'in şu cümleleri, Nâzım'ın çaresizliğini çok açıklamaktadır:
'Nâzım güya polis baskısından kaçmıştı. Ama burada daha kötüsüyle karşılaşmıştı. Buradaki polis daha insafsız, daha zalimdi. Hiç şakaya gelmezdi. Ufak bir falso insanı yok etmeye yeterdi. Bir gün gece yarısından sonra kapınızı çalarlar ve sizi alıp bir yere götürürlerdi. Bir daha da adınız duyulmaz olurdu.'
Bu cümlelerin satır araları iyi okunursa, Nâzım'ın Stalin yaşadığı sürece sisteme çok iyi uyum sağladığı, yani hiç 'falso' yapmadığı anlaşılır. Nefes alışı bile kontrol edilen birinin falso yapmamak için son derece dikkatli ve teyakkuz halinde olması tabiidir. Etrafına çekilen kalın duvar yüzünden olup bitenleri yıllarca öğrenemeyen Nâzım'ın Sovyetler Birliği gerçeğini fark ettikten sonra derin bir hayal kırıklığı, pişmanlık ve vicdan azabı yaşamış olduğunu tahmin etmek için kâhin olmak gerekmez. Yakın dostlarından Azerbaycanlı şair Resul Rıza, bir şiirinde onun vatan hasretini ve pişmanlığını anlatmıştır.
Nâzım, on iki yıllık uzun hapis hayatı boyunca rüyalarını süsleyen ülkede rejimin gerçek yüzünü yıllar sonra Türk cumhuriyetlerine yaptığı geziler sırasında kendisine anlatılanlardan öğrenebilmişti. Azerbaycan'da Resul Rıza ile zaman zaman samimiyetle dertleşiyordu. 1937 kırımından şans eseri kurtulmuş bir şair olan ve Stalin yönetimi tarafından haksız yere katledilen aydınların acısını hep yüreğinde hisseden Resul Rıza, gençlik arkadaşı Mikail Müşfik için Kızıl Gül Olmayaydı adlı şiirini yazmıştı; Sovyetler Birliği'nde yazılmış ilk muhalif şiirlerden biri sayılan bu şiirde sadece Sibirya'ya sürülen veya kurşuna dizilen Müşfik'lerin, Câvid'lerin, Cevad'ların değil, şans eseri kurtulanların, Anar'ın tabiriyle, kendi kalbine sürülenlerin, kendi kalbinin yalnızlık hapishanesinde susmaya mahkûm edilenlerin dramını anlatıyordu. Türk komünistlerinin 'mavi gözlü dev'i bu gerçekleri öğrendikten sonra, bir gün Resul Rıza'ya samimi itiraflarda bulunmuş, 'Kardeşim,' demişti, 'buranın hürriyetindense, Türkiye'nin hapishanelerinde yine on beş yıl yatmaya razıyım.'
Sovyetler Birliği'nde son zamanlara kadar Türk kelimesini kullanmak, Türkiye'yle herhangi bir şekilde ilişki kurmak, Türk dilinin ve tarihinin ortak kaynaklarını araştırmak kesinlikle yasaktı. Fakat Nâzım Hikmet, Bakû'de en yüksek kürsülerden 'Ben Türküm, siz de Türksünüz! Dilimiz bir, geleneklerimiz bir, milletimiz kardeştir!' demekten çekinmemişti. Resul Rıza'nın oğlu Anar, Nâzım'ın bu cesur çıkışlarından söz ederken, 'O yıllarda Nâzım Türkiye için nasıl komünizmin sembolüyse, Azerbaycan için de Türkiye'nin, Türklüğün, Türk kardeşliğinin ve dil birliğimizin sembolüydü. Azerbaycan halkı ve Azeri aydınları onu sırf bu anlamda kavrıyor, karşılıyor ve bağrına basıyordu. Resul Rıza'nın Nâzım'a sevgisini de, onun için yazdığı şiirleri de sadece bu bakımdan değerlendirmek gerekir' diyor.
Azerbaycan'da ve diğer Türk cumhuriyetlerinde, aydınlardan Stalin devrinin gerçek yüzünü öğrendikçe hayal kırıklığı ve pişmanlığı dayanılmaz hale gelen ve memleket hasreti gittikçe koyulaşan Nâzım gemileri bir kere yakmıştı, dönüş yoktu. Geceleyin Bakû adlı şiirinde 'Tepedeyim/ avuç avuç çarpar yüzüme ışık taneleri/ havada Rast Peşrevi Boğaziçi suları gibi akar/ Tepedeyim/ uzaklaşır uçsuz bucaksız ayrılıkta/ bir sal gibi yüreğim/ gider anıların ötesine/ yıldızsız ağır denize kadar/ zifiri karanlıkta' diyordu.
Yıllardır Nâzım'a Türkiye vatandaşlığının iade edilmesini isteyen, fakat bu isteklerinin kazara yerine getirilmesinden de o derece endişe edenler, emin olunuz, şimdi de naaşının o kadar özlediği vatana getirilmesine şiddetle karşı çıkacaklardır.