Büyük mimar ve düşünce adamı Turgut Cansever'i geçen pazar günü kaybettik ve ertesi gün Fatih Camii'nde cenaze namazını kıldıktan sonra Edirnekapı'da toprağa verdik. Kendisini son olarak Kurban Bayramı'nın üçüncü günü Ahmet Turan Alkan'la birlikte evinde ziyaret etmiştim; bir daha kalkmamak üzere yatağa mahkûm olmuştu ve ilâç verilerek sürekli uyutuluyordu.
Kızı Feyza Hanım, bir ara babasını yokladı ve uyandığını anlayınca bizi yanına çağırdı. Hoca, ikimizi de tanımıştı; duyulur duyulmaz bir sesle, 'Sizinle buluşup konuşacaktık, yapacak çok işlerimiz vardı!' dedi. Belli ki zihni hâlâ aynı berraklıkta çalışıyor ve hayatını adadığı meseleler üzerinde kafa yormaya devam ediyordu. Bir dostumuz, vefatından kısa bir süre önce, bir ara uyandığında, kızına 'Beni bir konuşma için çağırırlarsa, bu hâlimle nasıl gideceğim?' dediğini söyledi.
Kaybettiğimiz, sadece büyük bir mimar, şehirci ve düşünce adamı değil, doğru bildiği yolda kavgasına tek başına devam edecek cesarete sahip, yaptığı işi ciddiye alan ve başladığı her işi aynı titizlik ve ciddiyetle bitirmek isteyen, bu yüzden kısa yoldan neticeye ulaşarak daha çok kazanmak isteyenlerin hiç çalışmak istemedikleri bir karakter âbidesiydi. Sıradanlığa, pestenkeraniye tahammülü yoktu. Her şart ve ortamda düşüncelerini büyük bir cesaret ve kararlılıkla savunurdu. Çok yönlü bir sanatkârdı; gençliğinde resim yapmış, ney üflemişti. İkisinde de çok başarılı olduğuna, kendisini o yıllarda tanıyanlar şahitlik ediyorlar. Sanat tarihi doktorası yapmış belki de ilk ve tek mimardı; tasavvuf ve felsefeyle ilgilenir, sürekli okurdu. İbnü'l-Arabi'nin Füsusü'l-Hikem'ini kaç defa masasında görmüştüm. Onun mimarlığı, mimarlığı çok aşar ve üzerinde yıllarca düşünülmüş bir felsefeye dayanırdı.
Bildiğiniz gibi, Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimari felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın 'eşref-i mahlûkat' olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Konutun insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi.
Teknokratlar, insanın karar verme ve seçme haklarını bir kenara iterek her şeyi çözeceğine inandıkları makinelerin imkânlarına göre konut üretimini öngörmüşlerdir. Cansever Hoca'ya göre, insanları bir çeşit esir sayan ve dev apartman bloklarına tıkıştırarak kolektivite ile şuurlu ilişkilerini imkânsızlaştıran bu merkeziyetçi teknokrat despotizmi bütünüyle ahlâk dışıydı. En yoksul insanların da, özel bilgi ve yeteneklerle geliştirilmiş güzel bir çevrede yaşamaya hakları vardı. Osmanlı tecrübesi, bunun başarılabileceğini çok açık bir biçimde gösteriyordu. Zengin bir tecrübenin ve yüksek bir kültürün ürünü olmakla beraber mahallî imkân ve zaruretler de göz önünde bulundurularak hazırlanmış standart elemanların kullanıldığı bu mimari, kaynak ve enerji sıkıntısı çeken gelişme hâlindeki ülkeler için en doğru çözüm yoluydu.
Cansever Hoca, insan hayatını çevreleyen ve dünyayı güzelleştiren sanat olarak mimariyi, İslâmî kültür ortamının niteliğini belirleyen sanat olarak görüyor, şiir ve musiki gibi diğer sanatların da farklı kültürlerde çok farklı nitelikler kazandığını düşünüyordu. Türk-İslâm-Osmanlı kültür çağının en üst ifadesi mimaride tezahür etmişti. Bu açıdan bakarak, günümüz Türkiye'sinde, bırakın diğerlerini, Müslümanların kendileri için meydana getirdikleri yapıları ve çevreleri bile tek kelimeyle 'felâket' olarak görürdü.
Güzel, sağlıklı ve kullanışlı bir mimari çevrenin oluşumu için, o çevrede yaşayacak olan insanların katılımını temel prensiplerden biri olarak gören Cansever Hoca, çevreyi koruma sorumluluk ve şuurunun ancak böyle doğabileceğine inanırdı. Derdi ki: İnsan, çevrenin oluşumuna katılabilirse, onu daha fazla güzelleştirmek ister, böylece zaman içinde mimariyi fark ederek anlamaya ve tadına varmaya başlar, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir. Batı'da mimari başta Katolik kilisesi olmak üzere çeşitli güçler tarafından bir çeşit güç gösterisine dönüştürülmüş, devâsâ yapılar sadece Ziya Paşa gibi yabancıları değil, o ülkelerdeki insanları bile ürkütmüş ve yönlendirmiştir. Bunu fark eden totaliter rejimler de devâsâ yapılarla insanları ezmenin, ufalamanın yollarını aramışlardır. Dev şehirlerin dev ölçekli yolları ve binaları arasında küçülüp yok olan insanın çevrenin oluşumundaki sorumluluğunu unutması kaçınılmazdır.
Evet, büyük bir mimarı ve seçkin bir tefekkür adamını kaybettik. Tek tesellimiz, yazdıklarının toplanmış, yazamadıklarının röportajlar ve uzun konuşmalar yoluyla büyük ölçüde kayıt altına alınmış olmasıdır. Bütün yazılarını ve onunla yapılmış röportajları toparlayarak kitaplaştıran Mustafa Armağan'ın büyük çabasını anmadan geçmek istemem. Uğur Tanyeli ve Atilla Yücel'in 2005 ve 2006 yıllarında gerçekleştirdikleri, Turgut Cansever: Mimar ve Düşünce Adamı adlı bir kitaba dönüşen uzun konuşma da çok büyük bir sabrın ve emeğin ürünüdür.
Cansever Hoca'nın eserleri ve fikirleriyle yolumuzu aydınlatmaya devam edeceğini biliyor, kendisine Allah'tan rahmet, yakınlarına ve dostlarına başsağlığı diliyorum.
ZAMAN