Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Bir fetişizm olarak özgürlük

12 Yıl Önce Güncellendi

2013-08-13 11:26:37

Bir fetişizm olarak özgürlük
“Allah: ‘Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?’ dedi.” Sâd 75

Allah (c.c.) Hz. dem’i (a.s.) yarattığında meleklere ona secde etmesini buyurmuş, İblis hariç, hepsi secde etmişlerdi. İblis, kendisi ateşten yaratılmış olduğu için, Allah’ın topraktan yarattığı bir varlığa secde etmeyi reddetmiş ve kıyamete kadar lanetlenenlerden olmuştu. Allah, insanı yaratırken, melekler de “dünyada bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın” diye itiraz etmiş, ancak Allah, onlara bilmedikleri şeyler olduğunu söylemişti.

Peki, neydi insanı asıl “değerli” kılan şey? İnsanın “özgürlüğünün” değeriyle ilgisi tam olarak nerededir? Abdurrahman Câmî’nin, Allah’ın, dem’i “iki eliyle” yarattığını haber veren ayetler üzerine söyledikleri bizim için bir kalkış noktası olabilir. (1) Câmî, pek çok mutasavvıfın benzer şekilde açıkladıkları “iki el ile yaratma” hadisesini, Allah’ın isim ve sıfatlarından hareket ederek açıklar. Ona göre iki el, Allah’ın sıfatlarının ikiye ayrılmasına işaret eder. İlâhî Cemâl ve İlâhî Celâl sıfatlarına… Melekler dâhil, insan dışındaki her şey, yalnız Cemâl, ya da yalnız Celâl sıfatlarının tezahür yeri iken, insan hem Celâl sıfatlarının, hem de Cemâl sıfatlarının tecelligâhıdır. İbn Arabî Hazretlerinin insanı, kâinat aynasının cilâsı olarak tanımlaması ve halifeliğin tam da bu cilalık vasfıyla ilgili olduğunu belirtmesi önemlidir. Melekler, insanın bu özelliğini anlamadıkları için, insanın yaratılmasına itiraz etseler de, fıtratları gereği Allah’ın “secde edin” buyruğuna uyarak dem’e secde etmişlerdi. İblis ise secde etmemekle kalmamış, Allah’tan aldığı mühletle, insanı, kıyamete kadar hep “aşağıya” çekmek üzere “görevlendirilmişti”.

Yine önemli muhakkiklerden Sem’ânî, “ dem’in düşüşünü” açıklarken benzer bir noktadan hareket eder. (2) Allah’ın dem’e “isimleri” öğretmesi; meleklerin isimleri bilmeyip, dem’in bilmesi, insanın halife olarak seçilmesinin hakikatini anlamak açısından hayati bir önem arz eder. “İsimleri bilmek”, Allah’ı ve O’nun bütün yaratmasını bilmek demektir ve meleklerde olmayan bir vasfı Allah insana vermiştir. Ama bu yükün, “dağın bile dayanamayıp patlayacağı” bir yük olduğunu bizatihi Kur’an-ı Kerim’de Allah buyuruyordu. İblis, insanın bu halifelik yükünü taşıyamaması için her şeyi yapacak, insansa fıtratında var olan “Rahmân’ın nefesi” ile İblis’in aşağı çekmesine karşı halifeliğini hatırlayacaktı. İnsanın özgürlüğü bu ikili karşıtlıktaydı tam olarak!

Sem’ânî’ye göre, dem, Cennet’te iken Allah’ın tüm isimlerine vakıf değildi. Sadece O’nun, lütuf, cemâl, rahmet ve yakınlığına işaret eden isimleri biliyor; hiddet, celâl, gazap ve uzaklığına işaret eden isimleri ise bilmiyordu. Bu yüzden dem’in bu isimleri de öğrenmesi için dünyaya “düşmesi” gerekiyordu. Buna göre “insanın özgürlüğünün meyvesi” olarak yorumlanabilecek olan yasak meyveyi yemesi, bir “günah” değil, bir sürçme, insanın halife olsun diye yaratıldığı dünyaya iniş macerasının bir bahanesi olarak yorumlanmalıydı.

Yasak meyveyi yemek, bir yönüyle “çift yönlü” yaratılan insanın, “özgürlükle” ilişkisinin ilk atlama taşı oluyordu. Cennet’te yasak meyveyi yiyerek, aslında orası için yaratıldığı dünyaya “düşüşün” bahanesi gerçekleşmekle kalmıyor, aynı zamanda insanın “kendine” bakışının da miladı oluyordu. Yasak meyvenin yenmesiyle (buğday olduğu rivayet edilir), mutasavvıfların önemle işaret ettikleri gibi, Allah tarafından “ihtimamla büyütülen” ve sadece Cemâl sıfatlarına mazhar olmuş insanın “çocukluk” dönemi bitiyor ve Allah’ın Celâl sıfatlarının tezahürleriyle de karşılaşacağı halifeliği başlıyordu. Sem’ânî’nin dediği gibi, insanın yasak meyveyi yiyerek “sürçmesi”, onu, “düşüşündeki yükselme imkânlarını keşfetmek üzere” dünya macerasına sürüklüyordu. İnsan, “özgür” bir varlıktı ve bu özgürlüğünün mahiyetinin anlaşılması, onun halifeliğinin ne anlama geldiğinin anlaşılması anlamına geliyordu.
İnsan, çift yönlü bir varlık… Bir yanı balçıkta, öte yanı “insana

Ahsen-i Takvîm’de yaratılan ve sonra da esfele sâfilin’e “atılan” insan, bu iki uç arasındaki tüm imkânları üzerinde barındırmasıyla özgür. Dünyaya “düşmüş”, ama “yukarı” çıkmak için düşmüş. Allah, dem’in torunlarını Cennet’e almak için dem’i dünyaya “attı” bir anlamda. dem’in torunları, düşüşten yükselişin imkânlarını yeniden keşfetsinler diye…

İnsanın özgürlüğünün kodlarını anlayabilecek bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. İnsan, “Allah’ın iki eliyle yarattığı” tek varlık olması hasebiyle, aşağıların en aşağısı da olabilir, meleklerden üstün de… İşte özgürlük, tam da nerede bulunacağını seçme özgürlüğüdür. Özgürlüğün, özellikle modern-liberal anlaşılma biçimlerinin insanın hakîkî özgürlük inşasıyla ne kadar ilgisi olabilir peki?

Wim Wenders’in Palermo’da Yüzleşme / Palermo Shooting filminde bir sahne vardır. Oldukça zengin, büyük bir şirket sahibi bir adam, bir çobana para vererek, haftanın belirli günlerinde onun sürüsüne bakma işini üstlenir. Bunu, modern hayatın içinde “kaybolmuş” olan zamanı “hissetmek” için yapmaktadır. “Tam da bu sürü ile birlikte olduğumda yaşadığımı hissediyorum” der! İnsanın özgürlüğü, onun, balçık toprak ucuyla, Rahmân ucu arasındaki gerilimden doğar. Bir yan aşağı çekerken, öte yan, insana nereden geldiğini hatırlatır. “Zamanı” hissetmek, Allah’ın tüm kâinatı yarattığı ebedî ân’ın fıtrî olarak fark edilmesi demektir aynı zamanda. Günlük hayatın koşuşturması ve “özgürlük yanılsaması” olarak kutsanan bir takım şehvetlerin etki alanından kurtulmak için Allah’ın isimlerinden birisi olarak Dehr(c.c) isminin tecellilerini keşfetme ihtiyacı duyar insan. Wenders’in maddi olarak zengin adamı, bataklık özgürlüğünden, İlâhî özgürlüğe geçişin gayrı ihtiyari fıtrî bir yolunu burada bulmuş görünmektedir. Maddi “özgürlüğün” tutsak kıldığı ruhunu, manevi zenginlikle azad etmeye çalışıyor!

Modernite, insana tarihindeki en büyük kötülüğü yaparak, onun “insanlığını” ve dolayısıyla halifeliğini oluşturan “ipleri” kesmeye çalışmış, kesemediği zaman da o ipleri görünmez kılmıştır. İnsanı Yaratıcısına bağlayan ve dolayısıyla onu “düştüğü” bu çukurdan tekrar yükseltecek imkânları ortadan kaybetmekti bu. Artık özgürlük, insanın toprak ucu ile Rahmân ucu arasındaki gerilimden oluşan bir “yükselme” imkânı değil; insanın balçık içinde debelenme özgürlüğü hâline gelecekti! Kant gibi “sentez” filozofları, toprak ucuyla Rahmân ucu arasındaki gerilimi “uzlaştırmak” için aradaki ipin tümden kesilip, her iki ucu ayrı ayrı ikame etmek gibi bir çözüme gidiyorlardı. İnsanın “yetişkinliği” buydu artık! Ama bu “girişim” aradaki vahim kopuşu daha da içinden çıkılmaz hâle getirmekten başka bir şey yapmıyordu. Yetişkin olduğu söylenen insan, Allah ile -kalmışsa- bağını bir takım ritüellerin içinde kaybediyor, hayat ile olan bağını ise içinde debeleneceği balçığı işgal ederek kurmaya çalışıyordu.

Nefs, insanın ruhu ile bedeni arasındaki ara birim olarak, bir yanıyla beden tarafından aşağı çekilen, öte yanıyla da ruha yükselmek isteyen bir mahiyet arz eder. Bu yüzden, nefs-i emmâre’den, nefs-i kâmile’ye kadar uzun bir yolculuktur nefs. Bir yanıyla esfele sâfilin’e bakar, öte yanı Ahsen-i Takvîm’e yükselmek ister.

Modern düşünce, nefsin bu “yapısını” bozunuma uğratmasıyla bir fıtrat katliamı olarak da değerlendirilebilir. Artık nefs, sadece bedenle ilişkisi olan, ama ruhu unutan ya da onu bir takım psiko-somatik etkilerin alanına indirgeyen ve bodrum katlarında debelenmenin özgürlük olarak kutsandığı bir şekle bürünür. İplerin kesilmesi, nefsi kendi yolculuğunda yetim bırakır. İnsanın balçık ucu ile Rahmân ucu arasındaki bağın kopuşu, insanı bir arada tutan tüm bağların kopuşu anlamına geliyordu bir anlamıyla. Modernitenin, insanlık tarihindeki en büyük fıtrat katliamı olması bundandır!

Özgürlük, modern düşünce insanın “akletme yetilerini” iğdiş etmeden önce, insanda mündemiç olan “yükselme” imkânlarının keşfedilmesinin adıydı. Evet, bazen günah da vardı bu yolda; ama tövbe imkânları ile birlikte “günahtan kurtulma” özgürlüğü de bu günahlara eşlik ediyordu. Aşağı çeken her ipe karşılık, yukarıya çeken çok daha güçlü bir ip görünür hâldeydi. Özgürleşme, insanın, balçığın, yani “maddi olanın” tutsağı olmaktan kurtulup, ruha yelken açmaya uğraşmasının adıydı. Bu yüzden külfetli ve zor bir yolculuk olduğu inkâr edilemezdi.

İnsanı, “görünürdeki” en “kolaya” mahkûm eden modernite ise, insanın insan olmasını sağlayan “iplerin” salıverilmesini buyuruyordu tüm insanlığa. İpleri salınca, “bağlarından” kurtulacak” ve “özgür” olacaktı insan! Ancak bağlarından “kurtulması” insanı bambaşka bağların esiri yapacaktı. Yusuf Kaplan’ın isabetle söylediği gibi, ontolojik güvenini kaybetmiş insan, epistemolojik güvenlik alanlarını çoğaltmakta bulacaktı çözümü. Böylece insan bataklığı “fethetmeye” koyulacaktı hızla. Bilim ve teknolojinin tarihin hiçbir döneminde ve medeniyetinde olmadığı kadar “çarpık” gelişmesinin sebebi, epistemolojik güvenlik alanlarına duyulan trajik ihtiyaçtır. Ama insan, “fethetmeye çalıştığı” balçığın içinde bir bataklık yaratığına dönüşüyordu hızla! Bataklığa saplandıkça, kendini daha “özgür” olarak sunuyor ve bataklığın mahiyetini kutsar hâle geliyordu. Arzu politikaları, haz politikaları, nihilizm saplantıları ve tüm “değerlerin değersizleşmesi” çağımızın korkunç çölünün vahaları olarak kutsanır hâle geliyordu. Böylece modern düşünceye bir “eleştiri” olarak doğmuş olan post-modern düşüncelerin, sorun tespitleri bazı zamanlar doğru olsa da, çözümleri modern çölün korkunçluğunu beslemekten başka bir hayat alanı üretemiyordu. “Teslim olun; teslim olun ki yaşadığınız bataklıktan ‘haz alın’. Bu bataklıktan başka bir imkânı yok insanın!” mottosu post-modern düşüncenin ana itici gücü hâline dönüşüyordu.

Hayao Miyazaki’nin Ruhların Kaçışı / Spirited Away filmindeki “Yüzsüz” karakteri, modern ve ultra-modern “özgürlük politikalarının” fıtratını bozduğu insan modelinin bir ifadesi gibidir adeta! Yüzsüz, modern insanın bir sembolüdür. Devamlı yer, önüne ne geçerse yer yutar, ama bir türlü doy(a)maz. Dizginsiz nefsi-i emmâre, Yüzsüz’de ete kemiğe bürünmüştür. Doyamaz, çünkü durmak istese bile duramaz. Yedikçe şişer, şiştikçe daha fazla yeme ihtiyacı duyar, aynen modern insan gibi. Modern düşüncenin, “balçığı fethinin” sonuçlarından birisiydi, işgalcilere sonsuzca yeme hakkı verirken, mazlumu her şeyden mahrum etmesi. Yiyor yiyor, sonra da post-modern uzmanlık alanlarının en traji-komiği olan türlü cinsten “diyetisyenlere” başvuruyordu insan. En “makbul” diyet, yemeyi içmeyi hiç azaltmadan “gösteriş” imkânını ortadan kaybetmeyendi! Akademi, türlü cinslerden diyetisyenliğin bir sürümü oluyordu böylece. Sosyoloji, psikoloji, tıp, psikiyatri, felsefe… Bunlar bilim ve teknolojilerin ürettiği “ürünleri” yiyen insanların, “diyet politikalarını” belirliyorlardı. Her birisi, modern ve ultra-modern özgürlük politikalarının bir başka yönden “onayına” ve o onay üzerinden inşa edilen fıtratı bozulmuş hormonlu insanın “propagandasına” girişiyordu.

Ancak, nefs-i emmâre’nin doymamak gibi bir özelliği vardır ve insanı kendi içinde yok edinceye kadar aynı döngü içinde döndürür. Global bir nefs-i emmâre olarak adlandırılabilecek olan bilimsel ve teknolojik “ilerleme” saplantısının, tüm dünyayı, çevre ve insanlığın geleceği açısından yok edecek raddeye gelmesi ve ortamı insan için yaşanılmaz kılan bir global uçuruma dönüştürmesi modern çarpıklıkların en trajik sonuçlarındandır.

Yeme içme şehveti, kariyer şehveti, para, mal mülk şehveti, “ilerleme” şehveti, cinsellik şehveti… Bunların hepsinde sonsuzca açılan “özgürlük” alanları, her birinin kendi “bodrumuna” ve “sapkınlığına” düşmesiyle sonuçlanacaktı doğal olarak! Yaratıcısı ile bağlarını koparan insan, O büyük boşluğa türlü tanrıcıklar doldurmaya başlayacaktı. Mesleğine, egosunu, kariyerine, arabasına, siyasi partisine, evine, parasına, gücüne, iktidarına ve bunlar gibi yüzlerce başka şeye tapan bir insan modeli ortaya çıkacaktı. Özgürlük olarak dayatılan şey, insanın bataklık içine daha da gömülme özgürlüğü olacaktı en fazla! Ve bu bataklık özgürlüğüne karşı “hatırlatılan” bir başka “özgürlüğü”, Rahmân isminin tecellisiyle şereflenme özgürlüğünü, “özgürlük karşıtlığı” olarak damgalayacaktı liberal özgürlük politikaları!

“Yüzsüz” için olduğu gibi, modern insanın doymayan nefsini “ehlileştirmenin” bir yolu vardı elbette. Kusturmak! Yüzsüz, şişip patlamak üzereyken, kendisine bir tavsiye olarak söylenen “yediklerini kus” sözü üzerine kusar. Yediği yuttuğu her şeyi, son damlasına kadar kusar! Kusma öncesi bitmeyen kargaşa, bozgunculuk ve telaşın esiri olan Yüzsüz, birden müthiş bir sükûnet ve huzura kavuşur. Aynen Palermo’da Yüzleşme’de kariyerini, güç ve iktidarını “kusan” adamın, çobanlıkta bulduğu huzurda olduğu gibi…

Bir ayağı balçıkta olan, ama öte yanı Rahmân’a uzanan insan, özgürlüğün iki türüyle karşı karşıya kaldı tarihi boyunca. İlki insanın, “yukarıya” çıkmak için imkânlarını seferber etme özgürlüğüydü. İnsan, nefsini bedeni ile ruhunun arasındaki bir denge olarak ve ruha ulaşmak için bir binek olarak kullandığı zaman, ona bahşedilen “İlâhî hediyenin” sonucu olan “hakîkî özgürlüğün” de farkına varıyordu. Halife olmak bu demekti! Modernite, insanın Allah ile olan ilişkisini önce ters yüz etti, sonra da bu ilişkinin bir yanını kesip attı! Böylece, insan, debelendiği bataklığı kutsayan bir bataklık yaratığı hâline dönüştü. “Özgürlük” bataklığı bataklık yapan şartların ilelebet payidar kalmasını mümkün kılacak şartların oluşturulma özgürlüydü artık! İnsan istediği kadar batabilir, istediği kadar hazların tutsağı olabilirdi. Zaten özgürlük, hazcılığın bir tezahürüydü ultra-modern zamanlarda. “Yetişkin” olmuş insanın, yetişkinliğinin vardığı trajik durumdan kurtulmanın çözümü olarak, insanın bir “bataklık yaratığı” olduğu “bilgisinin” kabulü vardı artık! Hazzı, şehveti olabildiğine kışkırtan politikalar, insanın “özgürlüğünün” de önünü açacaktı! Böylece bilim, sanat, siyaset, felsefe ve politika, bu hazcılığın yedeği ve propagandisti olarak kullanılabilirdi… Ancak hakîkî düşünce ve sanat, elbette bu “çöküşün” farkındaydı ve çöküşten kurtulmanın, kimi zaman içgüdüsel geçici, kimi zaman da hakîkî bir geleneğe dayanan kalıcı çözümlerini üretebilmekteydi. Miyazaki’nin ve Wenders’in, sözünü ettiğimiz iki filmde adeta el yordamıyla “buldukları” şey tam da böyle bir çözüm ihtiyacının dışavurumudur!

Evet, insan özgür bir varlıktır. İnsanı meleklerden üstün yapan da bu özelliğidir. İnsan, seçim yapar; ama seçim yapabileceği iki uç da en açık şekilde ortada olursa, ancak o zaman o seçim insanın “özgürlüğünün” bir çıktısı olur. Ancak modern düşüncenin yaptığı gibi, insanın önce “yükselme” imkânlarına mündemiç olan fıtratına darbe vurarak ve iki uçtan birisini tümüyle görünmez kılarak yaptırılan seçimin adı “özgürlük” değildir. Eğer özgürlük olarak adlandırılacaksa da, bunun adı bataklıkta debelenme özgürlüğü ya da köleleşme özgürlüğüdür.

1.Chittick, William(2008). Varolmanın Boyutları (Çev. Turan Koç). İstanbul: İnsan Yayınları s.178

2.Chittick, William(2008). Varolmanın Boyutları (Çev. Turan Koç). İstanbul: İnsan Yayınları s.91
SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara