Bizim oralarda yaklaşık 15 yıl öncesine kadar düğünler davul ve zurna ile çalınırdı. Düğün günü eve Türk bayrağı asılırdı ki düğün evi belli olsun. Zurnacı zurnaya üfleyerek başlatırdı düğünü. Davulcunun da zurnacıya eşlik etmesiyle birlikte halaylar kurulurdu. Halayda gençler, yaşlılar, kızlar,erkekler, düğün sahibi , misafirler, tanıdıklar el ele tutuşup zurna ve davulun sesiyle ritim tutarlardı.
Halayın ortasında ise ayakları çıplak koşuşan çocuklarla onları kovalayan köyün delisi olurdu. Bütün köy, bütün mahalle zurnanın o nefsi tahrik edici sesine koşardı. Şen olurdu halaydakiler ve duvar dibinde onları izleyenler.
Zurnacı ile davulcudur bütün düğünlerin başrol oyuncuları. Davulu herkes çalar da zurna çalmak herkesin harcı değildir. Zurnacı, daha okula gitmeden önce babasının duvara astığı zurnayı alıp rastgele üfleyerek başlar mesleğe. Bıyıkları terlemeye başladığında artık işinin profesörü olmuştur. Kırkına geldiğindeyse zurnanın dahisidir.
Ne var ki bunca kabiliyete rağmen üçüncü sınıf bir sanatçıdır zurnacı. Hem de halayın ortasında kendisini zurnaya kaptırmışken önüne çıkıp limon yalayarak ayarını bozan bir çocuğun dalga geçmesi kadar kötüdür itibarı. O insanları eğlendirir, insanlar da onunla eğlenir.
Çünkü aynı kabiliyetlere sahip olmasına rağmen bir piyanist değildir zurnacı. Piyanist ki baldırı çıplak, cebi şişkin kodamanlara çalar. Zurnacı ise kendisi gibi ayakları çıplak, bir yanı aç bir yanı tok garibana çalar.
Piyanist çalınca dahi olur. Zurnacı çalınca abdal, çingene ya da gevende.
Piyanist, saraylarda yaşar ve saraylılara çalar. Zurnacı ise fakirdir. Fakirin verecek parası olmadığı için bedavaya eğlendirir. Bir tek gecenin sonunda düğün bittiğinde yediği et kavurması vardır. Yediği midesine oturacaktır bilir ama aylardır yememesine sayar o ziyafeti.
Zurna bazen arabesktedir, bazen türküdedir. Piyano Batı menşeilidir ve sadece batılılarla batıcılar dinler. Bir de çocuklar bilmeden Tom ve Jerry veya Tweety ve Sylvester’ı izlerken dinlerler.
Zurnacı mecburi mütevazidir. Çünkü sanatına da kendisine de saygı yoktur. Oysa piyanistin egosu o kadar yukarılardadır ki görmek için uçakla bulutların üzerine çıkmak gerekir.
Piyanist zamanla şöhret delisine dönüp yemi fazla verilen beygirler gibi azmaya başlar. Saraylılara çaldığı için kendisini de saraylı sayar. Tıpkı kralı eğlendiren saray soytarıları gibi. Onun için de halka ve halkın müziğine düşmandır.
Onun gözünde arabesk dinleyen yavşaktır. Bilmez ki (ya da bile bile ) arabesk dinleyenler fakirdir, garibandır, halktır. Bilmez ki fakirlik olmasaydı arabesk de olmayacaktı.
Ama bunları düşünmez piyanist. Dehası kendinden menkul arkadaş memlekette artan başörtülü sayısına kafa yorar. Çözüm olarak da memleketi terk etme gibi dahice çözümler üretir.
Aslında yabancı lokmayla beslenen vücudunun doğal tepkisidir bu. Düsseldorf’un, New York’un toprağı çeker onu. O, çulsuz topraklarda sadece doğmuştur. Zurnacı gibi orada yaşamaya mecbur değildir.
Piyanist şöhretiyle bugün de vardır, yarın da (kendisi söylüyor). Zurnacı bugün de yok, yarın da, sonraki gün de.
Ama mahşer günü vücutlar yeniden haşr edildiğinde meydan zurnacının olacak. Çünkü İsrafil (a.s) bedenlerin haşri için piyano değil zurna (sur= zur(na)) çalacak.
İşte o zaman hakkı verilmeyen sanatla hakkından fazlası verilen sanatın ve azgın sanatçının hesabı sorulacak. Yavşak kimmiş, soytarı kimmiş belli olacak.
Onun için müsterih olsun zurnacı. Sabredip İsrafil’i (a.s) beklesin.
Çünkü son çalan iyi çalar.