Prof Dr Mete Tuncay ‘Türkiye’de solun en büyük suçu demokrat olmaması…’dır diyor. Sanırım hocanın Kemalistleri bu kapsama dâhil etmemiş olması, demokratlığı onlara hiç yakıştıramamış olmasından kaynaklanıyor olabilir.
Ne acı ki siyasetçiler sayesinde, anayasasında ‘demokratik’ yazan bu ülke, halen bu sıfatı hak edemediği gibi yine başına musallat olan bir takım yargıçlar sayesinde, yine anayasasında yazaan 'hukuk devleti' olmayı da başaramadı.
Düşman başına böyle siyasetçi ve hukuksuzlukçuların olduğu bir ülkede adalet, olsa olsa mahkûmdur.
Bu ülke, İttihat ve Terakki (İT) belası ile tanıştığı günden bu yana, acıyla akraba ve kardeş oldu. Bu belâ zihniyetin son çırpınışını görmek acımızı hafifletse bile, kırıntısına bile tahammül güç.
Bu ülkenin huzura ermesi akıl tutulmasından kurtulmaya, dik durmaya ve mücadele etmeye bağlı. Adaletin ayaklar altında çiğnenmesinden fert fert herkes mes’ul. Kimseyi mutlu etmeyi başaramayan devleti, cebbarlıktan kurtarıp, ‘adil devlet’ yapmaya mecburuz.
Sadece iktidarlarının ömrünü uzatma uğruna bırakınız ideal hedeflerin sözcülüğünü yapmayı masum muhalifleri, körpecik çocukların bile geleceğini karartan bu zihniyetle mücadele, herkesin görevi.
Görülmüştür ki önümüzde model, adalet standardı geliştirmek şöyle dursun adaletin önündeki en büyük engel. Kuşkusuz bu devletin kendisinden değil, onu yönettiğini sanan kimi zaman içimizden çıkan, kimi zamanda bize uzağın en uzağı mumyalardan kaynaklanıyor.
Günümüz modern devletleri, fiillerinde adaletten ziyade kanunilik aramakta. Hâlbuki teb’ası olduğumuz devleti yöneten zümrenin, toplumun haklarını kullanmasında kanuniliğe bile tahammül edemez duruma gelmesi manidar bir durum. Görülüyor ki cebbarlaştırılmış devletin adının ve şeklinin de bir önemi yok. Bu tür devletleri yönetenler; insanî haklardan ziyade, devletin yahut hâkim zümrenin çıkarları için mücadele ediyor.
Bu çıkar ve iktidar mücadelesinin kökü 1908 darbesine yapan bela zihniyete dayanmakta. Aslında asıl sorun bunlarda değil, bu ülkeyi halkına cehennem haline getiren yasakçı ve dayatmacı zihniyeti var eden gücün, “biz”ler olmamızda!
Mazlum olmaya rıza göstermek, adaletin tecellisine engel olmak değil midir? Bu durumda mazlum da zalimleşmiş olmaz mı? Sözlüklerin önemli bir kısmı mazlumu; halim-selim, sakin, sessiz ve zulmü rıza gösteren olarak tanımlamış olması boşuna değil elbet.
28 Şubat sürecinin zulmüne son veren YÖK kararının yürütmesini durduran sözde hukukçuların işgali altındaki Danıştay’ın bu kararına, ‘beni ilgilendirmez’ diyerek sessiz kalan ve kalacak olan herkes zulmün ortağı değil mi?
Zulme rıza zulümse, bu zulme sessiz kalacak olan yığınlar, adaletin tecellisi önündeki zalimler değiller mi?
Sık tekrarlandığı üzere biz kendimizi değiştirmediğimiz müddetçe, Allah’ın dualarımıza icabet etmesi mümkün olabilir mi?
İttihat ve Terakki zihniyetinin küçük bir kırıntısı bile, bu ülkede adaletin tesisi için en büyük engel olarak görülerek mücadele edilmeli.
Aslında ilk kurtulunması gereken şey, sadece yasakçı zihniyetin fosilleri değil elbette. Onların içimize ektiği korku, basiretsizlik gibi kötülük tohumlarını yok etmeden neyi başarabiliriz ki?
Mücadeleyi birkaç sivil toplum örgütünün sırtına yıkarak ve onlardan bütün bu zulüm düzenin değiştirmelerini beklemek de zulmün en büyüklerinden biri kuşkusuz.
Maalesef içimizde yeşertilen hoşgörü karanlığı, karanlık odakların sığınağı durumuna gelmiş. Vicdanî körlüğümüz bir şeyler yapma azmimize engel oluyor.
Ben de 12 Eylül darbesi terörünün üniversite giriş mağdurlarından biriyim. O gün bu bugün içimdeki kin hiç sönmedi ve sönmeyecek. Kaç kişiyiz diye bile sormak gelmiyor içimden. Çünkü üstadın tabiriyle ‘kim var diye’ sormaya ve sağıma ve soluma bakmaya cesaretimiz yok.
Sorun, takatimizin azlığı değil, kendi sorununa bigâne kalmış yığınlarda. Lafa gelince bir milyon İmam Hatipli ya da on milyonu bulan Meslek Liselileri ifadesi kemiyetin anlamsızlığını, keyfiyetin zaruretini bir kez daha çınlatıyor kulaklarımızda.
Bugün ve bugünden sonra bu ülkenin meydanları, Danıştay’ı kararından döndürene kadar sükûnet içerisinde geçirecekse, kimse kusura bakmasın ‘zalimler için yaşasın cehennem’ nidasını atmaya mecburuz.
Meslek lisesinde okuyan bir delikanlının “Ben bir meslek lisesi öğrencisiyim... Çıkarılan bu kanun tüm meslek liselerinin yüreğine bir damla su olmuştu, çalışma hevesi gelmişti. Her birimize bahane olarak sunulan şey İmam Hatipliler. Onlardan korkmanızda ki neden ne acaba? Eğer bu ülkede eşitlik varsa, adalet varsa Meslek Liseleri’nin de, İmam Hatip Liseleri’nin de eşit şartlarda okumak hakları değil mi sizce?” soru ve nidasına bu fosillerin verecek cevapları yok elbette. Ama vicdanların buna engel olacak gücü mevcut.
Biz düşen görev; ya adaleti bu zulümden kurtararak yeniden tesis etmek ya da bizi bekleyen akıbete razı olmak…
Bir zulüm sistemine son verilmesini başkalarından bekleyenleri bekleyen akıbet se, acıklı olmaya mahkûm.
Belki de yarın çok geçtir...