Bir şeyi iyi bilmesi için bir ismin başında illaki ‘Prof’’mu yazmalı? Yazmıyorsa allame-i cihan olsa fayda etmeyecek mi? Bu mesele o hale getirildi ki İmam-ı Âzam r.a., İmam Şafii r.a., İbn-i Arabiler, İbn-i Haldunlar gelseler ‘isimlerinin başında profesör yazmıyor’ diye reddedilecekler anlaşılan. İsminin başına ‘Prof’ etiketini ekledin mi alsana âlim öyle mi? Bunu bu hale hem bu etiketin sahipleri hem de cühelamız getirdi.
Herkes ‘koskoca profesör’ diyor. ‘Doktor olmuş yaptığına bak’ diyor. Sanki doktor ya da profesör olunca insanlığında değişim olacakmış gibi. İyi bir insanın ismini başındaki etikete bakılmaz.
Artık bu etikete sahip olmanın bin bir türlü yolu var. Üç beş kuruşa profesörlük etiketi satan üniversiteler dolu dünyada. Yahut da kullanılmaya müsait bir kişi iseniz size fahri profesörlük tabelası asacak çok yer var. ‘Fahri’ kelimesini kartvizitinizin zemin rengine boyadınız mı işte size fırından taze çıkmış bir profesör. Bu şekilde yapan “şeyh”(!)lerimiz bile var!
Ülkemizde yüz otuzdan fazla üniversite ve her birinde onlarca hatta yüzlerce profesör var. İyileri tenzih ederek diyoruz ki acaba kendi alanlarında kaçını tanıyoruz ve kaçı uluslararası üne sahip seçkin kimseler? Hâlbuki bu etikete sahip olmadığı halde kendi alanında dünya çapında saygınlığı olan binlerce insanımız mevcut. Amacımız asla bu akademik unvanı eleştirmek değil, bu etikete gerektiğinden fazla anlam yüklenmesidir.
Bir gün bir adam, elinde bir mektup Nasreddin hoca merhuma; "Hocam, zahmet ya sana, Şu mektubu bana bir okusana" der. Mektup baştan sona kadar merhumun bilmediği bir dilde yazılmış. Şöyle bir iki evirir çevirir: Okuyamaz; çaresiz geri verir ve "Başkasına okut bunu sen" der. Adam şaşırır: "Niçin?" Hoca: "Bu mektup bildiğim bir dilde yazılmamış o yüzden okuyamam." Adam hocaya kızar ve "Ayıp Hoca, ayıp. Benden utanmıyorsan şu başındaki kavuktan utan!" der. Hoca kavuğunu çıkartıp uzatır. Sonra: "Mademki iş kavuktadır, haydi giy de şunu, kendin oku bakalım mektubunu."
Demek ki marifet, unvan ve payede değil. Marifet; bilgide, edepte, ifadelendirme biçiminde, taşıdığınız etiketin altında ezilip kalmamakta ve bilmediğini sormakta.
İsminin başında ‘prof’ etiketi taşıyan bir ilahiyatçı, domuz ve alkol ürünlerinin hepsini aklayıp paklamış ve helâlleştirmiş. Başka yazılardan ve ilahiyatçıların Bursa toplantısına katılanlardan anlıyoruz ki, bu konuda yalnız da değil.
Bu ve daha ürpertici fetvaların ayrıntısına girmeden “âlim” sıfatına yüklenen anlam ve doğru anlamına bakmak gerekiyor. Âlim; Allah c.c.’in isimlerinden biridir ve doğrusunu ve her şeyi hakkıyla bilen O’dur. Âlim sıfatı mahlûkların bilmediklerini hakkıyla bilen sırlara ve tüm gizliliklere vakıf olan Allah c.c. için kullanıldığı anlamdan daha dar anlamda, diğer insanlara nazaran ‘daha iyi bilen’ olarak kulları için de kullanılır. Ancak gerçek bir âlim, bilmekle yetinmez ve ilmiyle de âmil olur. Bununla da yetinmez, kibirden uzak bir şekilde tevazu ve hoşgörü sahibidir de. Bugün “âlim” denilen kimselerin bazılarında bu sıfatın aslında mündemiç olan mana ve kendilerinden beklenen vasıflardan uzak olması kahredicidir.
Tartışmalı fetvaların sahipleri, kendilerini eleştirenlerin
“bazı meslek sahipleri fetva vermeye
kalkıyorlar” şeklinde fetvayı kendi tekellerine alıcı eleştiriler yöneltiyorlar.
Ancak bunun önemi yok. En azından kendi adıma belirtmeliyim ki amacım asla
fetva vermek değildir ve bu şekilde bir maksat için yazıyor da değilim. Kendi
ifadeleriyle fetva verdiklerini belirten kimselere diyorum ki, verdiğiniz fetvalar konuya vakıf kimseleri
tatmin etmiyor. Fetvalarınızı
verirken daha titiz ve derinlikli olmak zorundasınız!
Allah c.c. “Bütün iyi ve temiz olanlar size helâl kılındı” (Mâide 3) buyururken diğer taraftan “Allah, haramı helâl sayan ve onda ısrar eden nankör ve günahkârların hiçbirini sevmez” (Bakara 276) buyurmakta.
Her devir de âlimler olduğu kadar âlimcikler de olagelmiştir. Âlimler herkesi dinleyip görüşlerine saygı duyar ve hem kendi yanlışlarını hem de tebaanın yanlışlarını hem uygun bir lisan, hem de hâl ile düzeltirlerken; âlimcikler ise önüne gelene çamur atar, kendinden başka bilgin tanımaz, ilmi kendi tekelinde zanneder. Bugün her ikisinden de aramızda çok miktar da mevcut. Gerçek âlimler, itizalcilere tahammül ederler ancak âlimcikler karşılarında hep tebaa görmek isterler.
Kendilerine “ilahiyatçı” denilen ve özellikle profesörlükleri ile ün yapmış bazı kimseler var ki kendilerinden başka hiç kimseyi beğenmemekteler. Bazen İmam-ı Âzam’ı bile, kendilerine rakip görerek eleştirmekteler. Bir alanda uzmanlaşmak yerine her konuda her meseleye fetva veren bu zatlar, tek doğru olarak kendilerini gördükleri için başkalarının fikirlerine saygı duymak bir yana sürekli küçümsemekteler. Kendileri eleştirildiği zaman ise muhataplarına hakaret etmekten bile çekinmiyorlar. Karşılarındakine hitap ederken kullandıkları cümlelerden ve bir konuda ‘falan kitabımda belirttiğim’ gibi nefislerini putlaştıran bu tür kişileri hemen herkes tanıyor.
Kendilerini fukahadan hatta bununla bile yetinmeyip tek doğru ve tek âlim gören, eleştirildikleri zamansa kendilerine benzeyenleri yahut da toplumda kabul görmüş âlimleri kendilerine suç ortağı yapan bu kişiler, fetva verme konusunda son derece bonkörler. Bu kişilerin çoğu özensiz fetvalarının isabetsizliğinden de büyük sevap umuyorlar ve suçlarına delil olarak "İçtihat eden kimse isabet ederse iki sevap, etmezse bir sevap alır." Hadis-i Şerif’ini öne sürmekteler.
Ancak şu çok iyi bilinmeli ki; ‘hem jelâtinin domuzdan yapıldığını bileceksin, hem de kimyası değişmiştir bu nedenle domuza ait her şey helâldir’ diyeceksin. Sonra da kendinize kimsenin tanımadığı bazı isimleri suç ortağı yapacaksın. Bu Hadis-i Şerif’e sığınarak herkesi ifsat etmek, büyük bir vebal olmalı.
Günümüzde bir konuda sağlıklı bilgiye erişememek söz konusu değil. Domuzdan yapılan jelâtinin kimyasal değişime uğradığını iddia etmek ve batı kültürünün dayattığı metottan başka metotları tanımayan kültürün ürünü kimselerin eksik ve yanlı verilerini esas alarak ümmetin aklını karıştırmak hatadan öte bir şey olmalı.
Ünlü âlimciklerimiz peynirin mayasının domuz şirdeninden üretilmediğini ,üretilse bile kimyasal değişime uğradığı için “helâl” olduğunu iddia ediyor. Elbette bu zayıf fetvaya katılmak imkânsız. Keşke bu fetvadan önce konuyu derinlemesine müzakere edebilselerdi. Bu konuları kimyacılara, biyologlara değil de batılı ve batının empozesi bilgileri sorgulayan, endişe taşıyan kimselerle daha da derinlemesine görüşselerdi? Görüştükleri kimseleri herhangi bir ticari firmaya danışmanlık yapıp yapmadıklarını sorsalardı? Hatta insanlığı kemiren ilaç şirketleri ve kirli endüstriyel düzene bakışlarını ve oradan nemalanıp nemalanmadıklarını araştırsalardı?
Ancak bunun için de meseleye Kaf Dağı’ndan bakmamak ve “endişe” taşımak gerekiyor. Bu özensiz fetvalardan önce, ön yargılarından sıyrılarak lütfedip bir araştırsalar olup bitenleri bütün çıplaklığı ile görebileceklerdi. Demek ki, her şeyi ve sadece kendilerinin bildiğini sanan kimseler buna ihtiyaç duymuyorlar. Kafaları karışan birçok kimse için peynir mayasının dana ve kuzu gibi hayvanların şirdeninden (mide) elde edildiği gibi ,domuz gibi necis hayvanların şirdeninden de elde edilir. (Şirdeni anlamak ve anlamlandırmak için sadece Farsça bir sözlüğe bakmak yeterli olamaz) Kaldı ki en iyi peynir mayası genç hayvanın şirdeninden elde edilmekte. En genç endüstriyel kesim ise domuzda. Bir domuz genellikle birkaç ay sonra kesime gidiyor. Bu yüzden de tercih sebebi.
Domuzun mide, deri, kıl ve kemiğinin kimyasal değişime uğradığını iddia eden bu kişilere olmasa bile ‘endişeli Müslümanlara’ şunu belirtmekte yarar var. Kimyasal değişime uğrayan bir organizmanın DNA bilgilerine erişemezsiniz. Ancak ister jelâtinde, isterse peynir mayasındaki ‘kimyasal değişime uğradığı bu yüzden helâldir’ dedikleri ürünlerin hepsinin DNA analizlerinde domuzdan olduğuna dair bilgilere erişebilmekteyiz. İsteyene belgesini hemen vereyim. Bu durumda bir kimyasal değişimden söz edilebilir mi? Bir şeyin kendisi olmaktan çıkabilmesi için ona ait tüm özellikleri kaybetmiş olması gerekmez mi? Peki jelâtin istediği kadar üretim evrelerinden geçerse geçsin domuzdan elde edildiği tespit edilebiliyorsa bu değişim midir yoksa gerçeğin örtülmesi mi?
Kaldı ki bu kişilerin verdikleri örneklerde sirkenin alkolden elde edildiği gibi bir gerçek dışı beyanlar okumaktayız. Sirke alkolden üretilmez. Sirkenin üretim süreci ile alkolün üretim süreçleri bambaşka şeylerdir. Meraklısı için milyonlarca bilgi İnternet’te duruyor.
Ebu Talha r.a. anlattığına göre, Resulüllah s.a.v.'den
"İçkiye vâris olan yetimler"
hakkında sormuştur. Resülullah s.a.v.: "Dök onu!" emretmiştir. Ebu Talha: "Sirke yapsam olmaz mı?" deyince de "Hayır!" diye cevap vermiştir." (Ebu Dâvud, Eşribe 3 (3675); Tirmizî, Büyû 58, (1293) - Kütüb-i Sitte
Cilt 3, Hadis Şerif 219 s29)
İbrahim Canan hoca tarafından derlenen Kütüb-i Sitte adlı eserin 3. cildinin 29. sayfasında 219’uncı sırada yer alan bu Hadis-i Şerif’le ilgili olarak özetle şu açıklama yer almakta. “Âlimler bu hadisin hükmünde de az çok ihtilaf etmişlerdir. Bazıların şarabın hiçbir surette kullanılmaması gerektiğine hükmederler. Zira malının ziyan edilmesi hususunda en ziyâde hassasiyet gösterilmesi gereken yetimlere miras yoluyla intikal eden şarabın sirkeye tahvîl (dönüştürülerek) değerlendirilmesine cevaz verilmemekte, dökülmesi emredilmektedir. Hz Ömer, İmam-ı Şafiî, Ahmet İbn-i Hanbel hazerâtı bu görüştedirler.” Okumayan ve sorgulamayan kolaycı Müslümanların kafalarını karıştıran bu fetvaların sahipleri, acaba Allah Rasulü s.a.v.’den daha mı hassaslar?
Yine domuzdan elde edilen jelâtinin kullanılmasında bir beis görmeyen kişiler, bu Hadis-i Şerifleri değil de kimyasal değişime delil olamayacak Ayet-i Kerime’ler, sözler ve metinleri delil olarak sunmaktalar. Acaba şunu mu demek istiyorlar: Siz Hadisleri örnekliyorsunuz ,biz Ayetten delil getiriyoruz mu? Hz. Câbir r.a. anlatıyor: Mekke'nin fethedildiği sene Hz. Peygamber s.a.v.’i Mekke'de işittim, şöyle buyuruyordu: "Cenâb-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım-satımını yasakladı." Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü "ölmüş hayvanların iç yağı hakkında ne buyurursunuz, zira onunla gemiler yağlanır, derilere sürülür, kandiller aydınlatılır" dendi. Cevaben: "O’(nun satışı) haramdır" buyurdu ve ilâve etti: "Allah Yahudilerin canını alsın. Allah onlara ölmüş hayvanların iç yağını haram kıldığı vakit bu yağı erittiler, sonra satıp parasını yediler." (Buhârî, Büyû 112, Meğâzî 50; Müslim, Müsâkât 71 (1581); Ebu Dâvud, Büyû 66 (3486); Tirmizî, Büyû 93, (7, 309-310); İbnu Mâce, Ticarât 11, (2167) - Kütüb-i Sitte Cilt 3, Hadis Şerif 215 s26)
İbn-i Abbas r.a. anlatıyor: "Hz. Peygamber s.a.v.'i Kâbe'nin yanında otururken gördüm. Bir ara başını semaya kaldırarak şunu söyledi: "Allah Yahudilere Lânet etsin, Allah Yahudilere lânet etsin, Allah Yahudilere lânet etsin! Allah onlara (ölmüş hayvanların) iç yağını yasaklamıştı tutup bunu sattılar ve parasını yediler. Hâlbuki Allah bir millete bir şeyin yenmesini haram etti mi, onun parasını da haram etti demektir." (Ebu Dâvud, Büyû 66 (3488) - Kütüb-i Sitte Cilt 3, Hadis Şerif 217 s28) Şimdi hileye başvuran Yahudilere lanet eden Peygamber s.a.v., kendi ümmetini bu lanetten ayırır mı? Ölmüş hayvanın içyağının eritilerek kullanılmasını haram kılan bir din ,domuzun deri ve kemiğinden elde edilen jelâtini helâl diyebilir mi? Yeryüzünde Allah’ın sayısız nimetleri bitti de sıra domuzdan mamul jelâtinin helâlleştirilerek midelerimize girmesine mi kaldı? Bu ümmetin milyonlarca meselesi varken, yeryüzünde insan dâhil, her şeyin genetik yapısı değiştirilerek tahrip edilirken tek sorunumuz domuzdan mamul (en basitinden) şüphelileri aklamak neyin nesi? Nereden çıktı? Bizi niye öpüyorlar?
Hahamlar, papalar hatta Yahova Şahitleri bile beyin ölümü konusuna “cinayet” derken, bizim ilahiyatçı profesörlerin canlı canlı insanların organlarının kesilmesi için verdikleri fetvaları görünce, domuz mamullerinin yenmesine fetva vermeleri çok olmasa gerek.
Acaba son yıllarda domuza ait organların insanlara nakledilebilmesi için yürütülen çalışmalarda önemli mesafeler alındığını biliyorlar mı bu kimseler? Bunun için bir hazırlıkları var mı? Yoksa ‘Ayet’te bir yasak yok, o halde domuzdan insana kalp nakline fetvaya gerek yok. Nakledilebilir mi diyecekler?’ Korkarım ki yine hazırlıksız yakalanacaklar ve bu gidişle tamda bunu diyecekler. Şükür ki İsmail Köksal hoca ‘Genetik Kopyalamanın Fıkhî Yönü’ adlı eseri ile şimdiden bu konulara çözümler üretmeye çalışmış. Çokda çaresiz değiliz. Her şeye rağmen şükürler olsun âlimlerimiz ve alim adaylarımız hâlâ var.
2006 yılında gazozlardaki alkol konusunda yazı yazan bazı kimseler kendi görüşlerini eleştirenler hakkında, "haddini bilmezlik" ve “edepsizlik” gibi çok ağır cevaplar yazmışlardı. Kendileri hakkında hakarete varmayan eleştirilere bile tahammül edemeyen ilahiyatçılarımızı, doğrusu yadırgamaktan öte yapacak bir şeyimiz yok.
Biri çıkmış “iki tek rakı içiyorum, ama sarhoş olmuyorum. Ben Hanefi’yim. Hanefi fıkhının bu fetvasına saygım var" derse, ben bu adamı İslam açısından sorgulayamam, ona kızamam. Bin yıllık fıkıh ortada” diyerek İmam-ı Âzam’ı kendi fitnesine alet etmekten çekinmiyor.
Bir hoca efendimiz Bursa toplantısının sonunda kaleme aldığı
yazısında maya ve jelâtin konusunda aralarında ihtilaf çıktığını ancak
kendisinin de ‘helâldir diyenlerden yana olduğunu’ belirttikten sonra yazısını
şöyle tamamlıyor: “Bazı fıkıhçıların ise
bu konuda tereddütleri zail olmadı. Hepimizin ittifak ettiğimiz bir konu da
vardı: Değişim sebebiyle mubah ve helâl hale bile gelse eğer üretiminde büyük
bir zorluk yoksa yeni üretilen de aynı işi görüyorsa Müslümanlar, menşeinde de
haram nesne bulunmayan maddeleri üretmeli, bunları kullanmayı teşvik etmeli,
makul bir süre içinde bu yeni ürünlere geçiş sağlanmalıdır.” Demek ki “Değişim sebebiyle mubah ve helâl hale bile
gelse..” bu cümlenin takdirini sizlere bırakalım. Fakat burada oluşan şüpheden söz etmeden ittifak edilmiş
gibi yazanlara ne demeli? Onları Allah c.c.’e havale ediyoruz.
Bir diğer zevat; “Günümüzde bazıları helâl sertifikasından bahsediyor. Helâl sertifikası, helâl damgası olur mu hiç? Haram damgası olur. Allah Teâlâ Kur’an’da helâlleri mi sayıyor haramları mı? Haramları sayıyor çünkü helâller saymakla bitmez” diyor ve ekliyor “Bazıları helâl sertifikası vermekle, helâl damgası basmak istiyor. Her bir basacağı damgaya karşı bir kuruş alsa bile büyük bir rant elde edecek. Ama haram damgası basacak olsa üç-beş damgada kalacak. Onun için kimse haram damgasından bahsetmiyor.” Bu kadarına pes doğrusu… Bu kadar “sığ” bir bakışa tahammül edilemez. İslam Hukukçusu etiketini kullanan birinden bu cümleleri duymak insanı kahrediyor! Sevgili hoca efendi mâdem ki bu kadar hassassınız lütfetseniz de domuz tesislerine ve alkol fabrikalarına gidip “haram damgası” vurup gelseniz. Ne güzel olmaz mı? Hem o azda olsa üç-beş kuruş size kalır. Hem sevaba girersiniz, hem de alkol tüketenleri korumuş olursunuz? Sevabına yapınız bu işi.
Sahi siz hangi çağda ve hangi dünyada yaşıyorsunuz? Aynı çağda ve aynı dünya da yaşıyorsak uyanın Üsküdar da sabah oldu! Yaşadığınız çağ ve dünya; deccalların insanlığı köleleştirdiği, yöneticileri satın aldığı, akademisyenlere sahte belgeler ve raporlar düzenlettiği bir dönemdir. Haberiniz olsun Rockefeller, Monsanto, DuPont, Dow AgroSciences ve Syngenta gibi firmalarla aynı çağda yaşıyorsunuz! Gerçi sizin için bunların yaptığı genetik tahripte helâldir. Ama size Bakara 211 ve Nisa 119-120 hatırlatırız.
Haramlara sertifika konusu bir “şaka” ya da bir “kara mizah” olmalı. Yazıyı birkaç Hadis-i Şerifle noktalarken soralım ‘acaba o gün bugün mü?’ diye!
Hz. Ebu Hureyre r.a. anlatıyor: "Resulüllah s.a.v.
buyurdular ki: "Öyle bir devir
gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç
aldırmayacak. Böylelerinin hiçbir
duası kabul edilmez." (Buhari,
Büyü' 7, 23; Nesai, Büyü' 2, (7, 243))
Ebu Ümâme el-Bahilî
r.a. anlatıyor: Resulüllah s.a.v. buyurdular ki: "Ümmetimden bir
zümre, şaraba bir başka ad takarak onu içmedikçe geceler ve gündüzler
tükenmeyecek (Kıyamet gelmeyecek)." (Kütüb-i Sitte 6967)
Resul-ü Ekrem s.a.v.: Allah yolunda sefer yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam, ellerini göklere uzatarak: "Ya Rab, ya Rab!" diye yalvarıyor. Hâlbuki onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böylesinin duası nasıl makbul olur?" buyurmuştur. (Müslim) Sahi bu mezkûr adam domuz eti mi yiyor, domuz kürkü mü giyiyor, şarap mı tüketiyordu da bu hadis sadır oldu?