Lütfen konu
bütünlüğü açısından ikinci bölümü
okuyunuz
Aslında
genetiği değiştirilmiş gıdaların yayınlaştırılabilmesi için bu tür yasalara asla
ihtiyaç yok. Bunun en büyük delili Türkiye. Yetkili ağızların ifadesiyle
ülkemizde GDO’lu ürün ekimi, satışı ve ithalatı sözde yasak. En azından serbest
bırakan bir düzenleme yok. Hâlbuki ürününüzün GDO’lu olduğuna dair bir
beyanınız yoksa Türk gümrüklerinden hiçbir sorunla karşılaşmadan geçebilmektesiniz.
Bakanlar Kurulu’nun masasındaki yasa tasarısını hazırlayanlar, gerekçe olarak
bu fiili durumun engellenmesi olarak takdim etmekteler. Fakat gerçeğin bu
kılıfla örtülmesinin imkânsızlığı da orta.
Diğer taraftan ülkemizde hazır gıda olarak gelen ürünlerin yanı sıra katkı maddelerinin ezici çoğunluğu GDO’lu üründen müteşekkil. Kaldı ki yasak olmasına rağmen Türkiye’nin her yerinde de örgütlenmiş olan Monsanto gibi şirketler, çapraz kaçışlar olması için özellikle ovalarda ücretsiz GDO’lu tohumlar dağıtığı biliniyor. Bugüne kadar herhangi bir engelle de karşılaşmak bir yana Tarım Bakanlığı’nın çalışmalarının tam ortasında yer almayı da sürdürmekte.
Marketten aldığınız bir gıda ürününün, kolalı içeceklerin, hayvansal yem ve ilaçlar ile insani ilaçların GDO’lu ürünlerden üretildiğini bunun engellenmesi için devletin hiçbir çabasının olmadığını kaçımız biliyor? Çabanın olabilmesi için çaba göstereceklerin GDO’yu karşı olmaları gerekir. Fakat ülkemizdekiler maalesef taraftarlar. Çünkü tüketicilerimizin tükettikleri ürünlerin etiketlerini okumak gibi bir alışkanlığının olmaması sorununa eklenen denetimsizliğin farkında olan üreticilerin ticari hırsla yapamayacakları hile yok gibi. Mesela birçok üründe soya lesitini görürüz. Bunun kaynağı ne? Dünyanın neredeyse hiçbir yerinde doğalı kalmayan GDO’lu soya. Hakeza şeker yerine kullanılan mısır şurupları, tıpkı soya gibi GDO’lu. Bütünüyle kolzanın genetiği değiştirilmiş şekli olan kanoladan söz etmeye zaten gerek yok. Böylece Zeytinyağı dışındaki bitkisel yağların tümü, aynı riskle karşı karşıya.
Görüleceği üzere her şey gözlerimizin önünde olup bitiyor. Fakat bütün bir toplum yaşananlara bîgâne kalmakta. Bu bîgâne kalışın bir anlamı olmalı. Geçtiğimiz günlerde İslam Konferansı Teşkilatı’nca hazırlıkları sürdürülen helâl standardı çalışmasında “genetiği oynanmış ürünler helal değil” yani ‘GDO’lu ürünler haramdır’ denildi.
Ümit verici bir gelişme olan bu önemli açıklama tamda sözünü ettiğimiz ana sorunu işaret ediyor! Çünkü toplumlar inandıkları gibi yaşamamaya başlayınca, yaşadıkları gibi inanmaya başlıyorlar. Tıpkı içinde yaşadığımız toplum gibi. Aslında durumumuzu Cafcaf Dergisi’ndeki “Helâl haram ver Allah’ım, Rıfkı kulun yer Allah’ım!” olarak seslendirilen bir karikatür özetliyor! Bu açıdan bakıldığında tüketim ölçüsü helal-haram olmaktan çıkmış bir toplumun, GDO soruna bîgâne kalmaması mümkün olabilir mi? Başta da ifade ettiğimiz gibi dayatılan moda ve haz eksenli model maalesef Müslüman toplumları da deforme etmiş durumda.
Bugün genetik modifikasyona karşı olmak bir yana, ülkemizde kaç kişi göğsünü gere gere çiftçi olduğunu söyleyebilir? Ne yazık ki, çiftçi olmak cahil olmak ve köylü olmakla yaftalanmış bir meslek. Teneke kutu üreten bir atölyeniz varsa sizi “sanayici” diyererek, devlet başkanı ve başbakanların uçaklarına alıp diğer ülke devlet başkanlarının sarayında misafir ederler. Lakin ülkemizde bir çiftçinin de aynı muameleyi gördüğünü hiç duydunuz mu?
Biri, yaşamımızın vazgeçilmezi nadide meyve ve sebzeleri üreten adam, diğeri ise bunları paketleyen zat. Aralarındaki fark, mesleklerine yüklenen sanal ve sakat anlam. Hâlbuki toprak utanılması gereken bir şey olmadığı gibi, toprağı işleyen de aşağılık bir yaratık değil. Yaptığımız çiftçi üzerinden toprağı ve dolayısıyla kendimizi küçümsemek.
Bizler, toprağı küçümsedikçe toprakla aramızdaki bağ koptukça kopmakta. Bugün hangi baba kızını bir çiftçiye vermek ister. Kızın gönlünde de babanın gönlünde de yatan, çok parası olan argo tabirle fabrikatör. “Kötü yaratık” muamelesi yaptığımız çiftçiyi; Monsantolar, Pionerrlar ve Rockefeller gibilerin tezgâhına iten ve onların belirlediği rolleri oynayan insanlar yapan bizler değil miyiz? Hiçbir şey boşluk kabul etmediğine göre bu alanda boşluk kabul etmemiş ve bu boşluğu küresel tröstler doldurmuşlar.
Şimdi aynı güçler, devletin çiftçiye ekmeden destek vermesini teşvik ediyor. “Destekleme pirimi” gibi güya çiftçiyi destekleme adı altında, ‘devlet kasasından ödemeler yapmamızı aksi halde uluslararası pazarlarda rekabet edemeyeceğimiz’ iddiasını ileri sürüyorlar. Gerçekse bunun tam tersi.
Kitabımız bize akletmemizi emrettiği halde, akletmekten de vazgeçince doğru yanlışı ayırt edemez hâle gelmişiz. Devletin kasasından ödenen “destekleme pirimi” ile ucuza üretim yaptığını sanan çiftçi ve ucuza tükettiğini sanan tüketici, bu paranın kendi cebinden uluslararası tröstlere aktarıldığının farkında bile değil.
Yine bu küresel vampirler, öncelikle doğal üretim süreçlerin verimsizliği gibi yalanlarla beyinlerimizi yıkadılar. Sonra sözde verim artışı için gübre, tarım ilaçları ve hormonları sattılar. Bu sayede belki birkaç birim verim artış yaptık. Fakat bir yandan toprağımız bozuldu, çevremiz tahrip oldu, birçok yararı olan börtü böcek bölgemizi terk etti. Üretim maliyetimiz ise kat be kat arttı. Bu artışın önüne geçmek için “destekleme pirimi” numarasını çıkardılar. Hükümetlerimiz de bununla övündü. Para kendi parası değil çünkü. Ardında yetmedi yüklen vergiye. Nasıl olsa yine yırtılan don, deli bekirin.
Çiftçi 100 liraya üretti. 50 lirasını devletten, ellisini malını alandan aldı. Malını kim aldı? Malum güçler. Kaça sattılar? Üç beş on katına. Birde baktık ki karpuz tarlada 1 kuruş markette 1 lira. Biz şekerin kilosunu 3 liraya alışken Amerikalıya 1 liraya satıyormuşuz. Amerikalıya ucuza sattığımız ürünün farkını öbür cebimizden verdirmiş kimin umurunda?
Hesap, kazanan ve kaybeden apaçık ortada… Peki, hâlâ bu vurdumduymazlık niye? Cep telefonu bozulunca çalmadık kapı bırakmayan insanlar, sağlıksızlaşan gıdalar için neden bu gayreti göstermezler? Yoksa bizi besleyen toprak ve gıda değil mi? Midemize giren gıda bizi şekillendiriyorsa, kısırlığımızdan, şekil bozukluklarımızdan, sayısız hastalıklardan şikâyet etmeye hakkımız var mı? Hani bu vücut bize emanetti ve her yaptığımızdan ve dolayısıyla yemek içmede dâhil her fiilimizden hesaba çekilecektik? Yine hani bu gıdalarla beslenen hücreler Allah diye zikredecekti. Yoksa yeni gıdalarla Allah yerine yallah mı diyorlar?
Yine duyar gibiyim. ‘Durum bu kadar kötü mü? Ne yiyeceğiz o zaman?’ Ey insanlar! İninde yatan tilkinin ayağına her gün birkaç tavuk kendiliğinden gelir mi ki biz aramadan cennet nimetleri soframızda olsun? Yok yok hakikaten azıtmış bir toplumuz! Hakkımız olmayanı istiyoruz. Allah c.c.’de hak ettiğimizi veriyor. Aksi lafı güzaftır!